ABD-NATO'nun Kıbrıs'ı ele geçirme planı

Tarih Temmuz 2002.

15 Temmuz işgal girişiminde de boy gösteren Eski ABD Dışişleri uzmanı olmasına rağmen adı hep CIA ile anılan Henri Barkey ve Philip Gordon, “Kıbrıs’ta Krizi Önlemek” başlıklı bir rapor hazırladı. Raporda, Türkiye’nin Kıbrıs nedeniyle Batı’dan kopacağı uyarısı yapılarak bunun önlenmesi için acil bir çözüm bulunması gerektiği savunuluyor. Çözüm için ABD’nin yeni bir yol izlemesi gerektiği ileri sürülürken, Kıbrıs sorununu AB üyeliğine bağlama önerisi getiriliyor.

Barkey ve Gordon, önerilerini “Türkiye’ye sadece diplomatik baskı yetmez, iyi hazırlanmış bir planla bunu destekleyelim” şeklinde devam ettiriyor. Zaten devamında Annan Planı hazırlanıyor.

***

Yıl 2003.

O dönem Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklı olduğu dönem. Amerikalılar, hem Başbakanlık görevini yürüten hem de Dışişleri bürokrasisini kontrol eden Abdullah Gül’ün kapısını çalıyor. Aynı şekilde dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’le de temas kuruyorlar. Ön görüşme niteliğindeki temasın ana konusu şu: ABD, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye bakan yarım ada şeklindeki Karpaz bölgesinde askeri üs kurmak istiyor. KKTC kaynakları da bu talebi doğruluyor.

Bu talep çerçevesindeki görüşmeler 2004 yılına kadar uzanıyor. Neticede bu talep kabul görmüyor.

***

Yıl 2004.

24 Nisan 2004 tarihinde yapılacak Annan Planı referandumuna sayılı günler kalmış.

Amerikan devletine yakınlığıyla bilinen Wilson Center’in alt kuruluşu Western Policy Center (Batı Politikaları Merkezi) Kıbrıs Adası ile ilgili bir plan hazırladı. Planın başlığı şu: Operation Joint Protection-a New Security Architecture for Cyprus. Türkçesi ile “Müşterek Koruma Harekâtı-Kıbrıs İçin Yeni Güvenlik Yapılanması”.

Planı hazırlayan ekibin başında Amerikan istihbaratı CIA ile bağlantısı bilinen Ian O. Lesser bulunmaktaydı.

Çalışmalar 31 Ekim 2001 tarihinde Western Policy Center’in Washington’daki merkezinde yapılan ilk toplantı ile başladı.

Plan 13 sayfadan oluşuyor. Planın özü şu: Türk askeri Kıbrıs Adası’nda etkisizleştirecek ve NATO komutası adı altında ABD komutası altına girecek. Uzun vadede de tamamen tasfiye edilecek. Böylece Ada, tamamen NATO kontrolüne geçecek.

ABD-NATO'nun Kıbrıs'ı ele geçirme planı

PLANIN DETAYLARI ŞU ŞEKİLDE:

ABD-NATO'nun Kıbrıs'ı ele geçirme planı - Resim : 2

Planda mevcut askeri durum şu şekilde aktarılmış:

- Kuzeyde Türk Kolordusu ve Kıbrıs Türk Güvenlik Gücü

- Güneyde Yunan Tugayı ve Kıbrıs Rum Milli Muhafızları

- Yeşil Hat’ta kısa adı UNFICYP olan “Birleşmiş Milletler Kıbrıs Barış Gücü”

- Beş ayrı “Komuta Zinciri”

Yansılarla anlatılan planın 4’üncü yansısında Kıbrıs Adası’nın Doğu Akdeniz’in önemli merkezlerine mesafeleri harita üzerinden aktarılmış. Bu haritadan bizlerin de bildiği şu sonucu çıkarmak mümkün: Kıbrıs’a hâkim olan Doğu Akdeniz’e hâkim olur.

ABD-NATO'nun Kıbrıs'ı ele geçirme planı - Resim : 3

YANSI 4

Beşinci yansıda da “Mevcut Savaş Düzeni” başlığı altında Kıbrıs’taki asker sayısı aktarılmış. Buna göre Ada’da; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 30 bin, KKTC’nin 3 bin, BM’’nin bin, Rumların 3 bin, Yunanistan’ın 14 bin olmak üzere toplam 51 bin askerin bulunduğu belirtilmiş.

ABD-NATO'nun Kıbrıs'ı ele geçirme planı - Resim : 4

YANSI 5

Planın altıncı bölümünde NATO üzerinden yeni yapılanmanın aktarımı var. Bu yansıda “Yeni Güvenlik Yapılanmasının Bileşenleri” denilerek madde madde şunlar aktarılmış:

- Türk Kolordusunun yerini alacak bir alay

- Yunan Tugayının yerini alacak bir alay

- Kıbrıs Türk Güvenlik Güçleri dağıtılacak

- Rum Milli Muhafızları dağıtılacak

- Birleşmiş Milletler Kıbrıs Barış Gücü’nün yerini NATO komutasındaki Barış Gücü alacak

- NATO, Yunan ve Türk birlikleri de dahil olmak üzere Kıbrıs’taki bütün birliklere komuta edecek

- Gelecekte de Kıbrıs Müşterek Güvenlik Gücü kurulacak

Bu yansıdaki bilgiler önemli. Görüldüğü üzere Türk askerinin tamamı bir anda çıkarılmıyor. Kolordu’dan alay seviyesine düşürüyor. Onu da NATO’nun komutasına, yani ABD’nin emri altına veriyor. Özetle tasfiye bir anda yapılmıyor. Adım adım ilerliyorlar. Devam edelim…

Yedinci yansıda, “Görev” başlığı altında kurulması planlanan Kıbrıs Gücü’nün (The Cyprus Force-CFOR) görevleri aktarılmış. Buna göre CFOR, askeri teknik anlaşmada öngörüldüğü üzere Kuzey ve Güney Kıbrıs’ı ayıran tampon bölgenin güvenliği ve bütünlüğünü koruyacak ve tampon bölgeye izinsiz girişi önlemekte sivil polise ve yetkililere yardımcı olacak.

CFOR, Kıbrıs sorununda kalıcı bir siyasal çözüme ulaşılmasına destek olmak için barışçı (!) ve istikrarlı (!) bir güvenlik ortamını güvence altına alacak.

Ayrıca CFOR emir verildiğinde Kıbrıs Müşterek Güvenlik Gücü’nü kuracak ve eğitecek.

ADA’YI RUMLARA TESLİMİN İPUCU: TÜRKLERE KİŞİSEL RUMLARA STRATEJİK KORUMA

Sekizinci yansıda da bu yapılanma ile hedeflenenler madde madde aktarılmış:

- Ada üzerindeki saldırı amaçlı askeri yetenekleri önemli ölçüde ortadan kaldırır ve güven artırır.

- Sürmekte olan Kıbrıs müzakerelerini, siyasal düzeyde özendirir ve tamamlar.

- Güvenlikle ilgili temel soruna yanıt getirir.

- Kıbrıs’ın bütünü için komuta birliği ve güvenlik için çaba birliği oluşturur.

- Kıbrıslı Türkler için kişisel güvenliğin devamına olanak sağlar.

- Kıbrıslı Rumların stratejik güvenliğine olanak sağlar.

Bu bölüm, Ada’nın kime teslim edilmek istendiğini gösteren bir yansı. Kıbrıs Türklerinin kişisel güvenliğini sağlayan plan, Rumlara stratejik güvenlik sağlıyor. Yani Türklere, “sesinizi çıkarmazsanız kişisel güvenliğinizde hiçbir sıkıntı olmaz” şeklinde aba altından sopa gösteriliyor.

Dokuzuncu yansıya göre Ada’da Kuzey, Güney ve tampon bölgede toplam 7 bin asker kalacak. Hepsi de NATO komutasındaki CFOR’a bağlı görev yapacak.

***

İlginç bir detay daha.

Annan Planı’nın müzakerelerinin sürdüğü dönemde yine Amerikalılar Ada’ya 7 bin kişilik (tabii ki kendi kontrollerinde) BM askeri yerleştirmek istedi. Rauf Denktaş bu talebin nedenini sordu. Amerikalıların yanıtı şöyleydi: “Özellikle Kuzey’de planın uygulamasını kabul edilmemesi üzerine çıkacak çatışmayı önlemek.” (Aydınlık dergisi, 4 Nisan 2004)

***

Neyse ki ne Ada NATO üssüne dönüştü ne de Türkiye’nin ve KKTC’nin derin aklını aşabildiler. Rumlara (ve arkasındaki Yunanistan’a) her türlü desteği verdiler yine de KKTC varlığını güçlenerek sürdürdü.

15 Temmuz sonrası da paradigma değişti.

Artık Türkiye ve KKTC dünyaya, “Biz gereken girişimleri yaptık. Ama Rumlarla kalıcı barış olmayacağı açık. Artık Ada’da iki devlet var ve bunu temel almayan hiçbir çözüm kalıcı barışı sağlamaz” mesajı veriyor. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada uluslararası topluma “KKTC’yi tanıma” çağrısı yaptı.

Peki bu durum ABD-AB hattında bir değişiklik oluşturdu mu?

Hayır.

Rumların desteklendiği çok sayıda olayı hafızalarımız unutmadı. NEMESİS 2017 tatbikatlarından tutun Fransa ile yaptıkları savunma işbirliği anlaşmalarına kadar çok sayıda eyleme imza attılar.

Bu çerçevede iki olayı daha hatırlatayım:

***

2017 yılının Aralık ayı…

AB bünyesinde oluşturulan PESCO (Avrupa Birliği’nin Ortak Savunma Paktı)’nun ilk toplantısı yapıldı. Bu toplantıda kararlaştırılan/kararlaştırılacak projelerin NATO ile işbirliği içinde geliştirilmesine karar verildi.

PESCO, 2018 yılı Mart ayında Belçika’nın başkenti Brüksel’de bir toplantı yaptı. Bu zirvede yeni kararlar aldılar. Bu kapsamda AB üyesi 28 ülkeden 23’ü arasında askeri güç, personel ve teçhizatın bir nevi serbest intikali öngörülerek yığınaklanmanın kolaylaştırılması hedeflendi.

Savunma alanındaki harbe hazırlık eğitim programları ve yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik 17 adet PESCO projesi karara bağlandı. Bu projelerin 6’sına Güney Kıbrıs Rum Kesimi dahil edildi.

Zirve sonrasında AB yetkilileri yaptıkları açıklamalarla, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri “yasadışı” ilan etti. (Cem Gürdeniz, “Anavatandan Mavi Vatan’a”, Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2021, s. 81-82)

***

1 Nisan 2019.

ABD politika yapımında etkili kuruluşlardan biri olan Atlantic Council (Atlantik Konseyi)’in o dönemdeki Başkan Yardımcısı Damon Wilson “Kıbrıs için NATO üyeliği. Evet, Kıbrıs” başlıklı bir makale yazdı. Makalenin detaylarına geçmeden önce, Wilson’u anlatmamız gerekiyor. Çünkü birazdan aktaracağım satırların sahibinin hiç de öyle sıradan bir uzman olmadığını göreceksiniz.

Zaten Damon Wilson’un Atlantik Konseyi’ndeki görevinden sonra ABD’nin en derin yapılarından olan NED’in başına geçtiğini söylersek daha iyi anlaşılır. Wilson şu an, ABD’nin dünyadaki hedef ülkeleri karıştırma/ayaklanma çıkarma ihracı politikasının en tepesindeki kurum olan National Endowment for Democracy’nin başkanı ve CEO’su.

NED’in sitesindeki özgeçmişinde yok yok. Bazı görevlerini sıralayacak olursak;

  • 1990’lı yılların sonunda ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Avrupa Güvenlik ve Siyasi İşler Dairesi'nde çalıştı. Bakanlığın “Çin masasında” ve Pekin'deki ABD Büyükelçiliği'nde görev yaptı.

  • 2001-2004 yılları arasında NATO Genel Sekreteri Lord Robertson'ın Özel Ofisi'nde Direktör Yardımcısı olarak NATO genişleme sürecinde etkili bir rol aldı.

  • Görevi sırasında Avrupa Birliği, Gürcistan, Ukrayna, Balkanlar, Avrasya enerji güvenliği ve Türkiye ile ilgili kurumlar arası politikayı yönetti.

  • Oğul Bush’un ilk döneminde ABD Başkanlığı Ulusal Güvenlik Konseyi’nde 2004-2006 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konseyi'nde Orta, Doğu ve Kuzey Avrupa İşleri Direktörü; ikinci döneminde de ABD Başkanı’nın Özel Asistanı ve Avrupa İşlerinden Sorumlu Kıdemli Direktör olarak görev yapmış.

  • Turuncu Devrimler sırasında ABD'nin Ukrayna operasyonunu koordine etmiş.

  • ABD’nin işgal sürecinin devam ettiği 2007 yılında ABD’nin Bağdat Büyükelçiliği'nde Genel Sekreter ve askeri sorumlu.

Bu kadar kritik görevin ardından önce Atlantik Konseyi’nde 10 yıl Başkan Yardımcılığı, ardından da ABD’nin en derin yapılarından NED’in başkanlığı.

İşte bu özgeçmişe sahip Wilson, yukarı satırlarda aktardığımız yazısına şu ifadelerle başlamış: “On beş yıl önce NATO, sınırlarını Baltık'tan Karadeniz'e kadar doğuya doğru genişleterek İttifak'a yedi yeni üye kattı. NATO yetmişinci doğum gününe yaklaşırken artık yeni bir üye eklemenin zamanı gelmiş olabilir: Bu sefer Doğu Akdeniz'de.” (Bkz. https://www.atlanticcouncil.org/blogs/new-atlanticist/nato-membership-for-cyprus/ )

Damon’un önerdiği yeni üye tabii ki Rumlar kastedilerek “”Kıbrıs”. Yaptığı görevler itibariyle ABD-NATO politikalarında etkili bir isim olan Damon Wilson’un kendi ifadesiyle “Kıbrıs’ın NATO’ya alınması için” öne sürdüğü gerekçelerin özeti şunlar:

- 2011 yılı itibariyle Rusya’nın Suriye'deki Esad rejimiyle ittifakı yoluyla konumunu güçlendirmesi, ülkeye 65.000'den fazla asker göndermesi ve Tartus'taki varlığını genişletmesi nedeniyle bölgedeki jeopolitik durum önemli ölçüde değiştirdi. Tartus, Rusya’nın Akdeniz'deki tek deniz üssü.

- Kıbrıs çevresindeki sular, nükleer silahların yayılması, organize suçlar, terörizm, insan kaçakçılığı ve mülteci akınları dahil olmak üzere devlet dışı tehditler açısından bir endişe alanı haline geldi. Sınırlı Kıbrıs güvenlik işbirliği gereksiz zorluklara yol açtığından, Ada’nın bölünmüşlüğü, suç aktörlerinin yararlanabileceği güvenlik açıkları sunuyor.

- Kıbrıs sorununun bitmemesi aynı zamanda özgür ve barış içinde bir Avrupa'nın bitmemiş işidir.

Peki Wilson, Kıbrıs meselesinin bitmemesi ve NATO üyeliğinin önündeki engellerin birinci sırasına neyi koyuyor: Elbette ki Türk ordusunun varlığını.

İfadesi aynen şöyle: “Birincil barikat, gelecekteki bir yeniden birleşme senaryosunda, özellikle de Kuzey Kıbrıs'ta bir Türk askeri varlığı meselesinde güvenlik garantileri olmaya devam ediyor.”

Damon Wilson, aynen Western Policy Center’in raporundaki gibi NATO’nun, Ada’da mevcut altyapıdan yararlanarak ve Türkiye dahil NATO müttefiklerinden personel barındırarak bir operasyon merkezi kurabileceğini savunmakta.

Bu yazıdan da anlaşılacağı üzere, ABD-AB-NATO’nun gözünde Kıbrıs, tamamen kontrol altına alınması gereken bir Ada olarak gözüküyor. Hem Doğu Akdeniz hem de Avrasya jeopolitiğinde kritik bir rol oynama potansiyeli, Kıbrıs’ı, bu planların merkezine oturtuyor. Hele günümüzde Rusya’nın çevrelenmesi stratejisine ek olarak enerji jeopolitiğindeki konum da Kıbrıs’ı çok önemli bir konuma getiriyor. Ayrıca ABD’nin/NATO’nun, Türkiye’yi dışlayarak Yunanistan’a silah, araç, gereç yığınağı yapması ve güneydoğu kanadını bu ülkeye kaydırmasını da bu çerçevede okuyabiliriz.

Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin ve KKTC’nin “İki devletli çözüm” politikası ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda uluslararası topluma yaptığı “KKTC’yi tanıyın” çağrısı, çok özel bir öneme sahip.

Anavatan ve Yavru Vatan, beraber, emperyalist planlara karşı Mavi Vatan’ın korumasını da içeren bir savunma hattı oluşturdu. Gelecekte neler olabilir?

Onu da bir sonraki yazıya bırakalım.

Diğer Yazıları