Abdülhamid ve Mösyö Pasteur
Kuduz, Türkiye'de yüzyıllardır varlığını devam ettirmiş bir illettir. Daha onbeşinci asırda tilki, köpek, kedi ve çakal gibi hayvanların ısırma alışkanlıklarının bu hastalığın enfekte olmasının vasıtaları olduğu kabul edilmiştir. Tedavi metodu konusunda ise hem psişik usullerin hem de farklı tıbbi bileşiklerin kullanılması yoluna gidilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid, Pasteur’un 1885 yılında keşfettiği kuduz aşısının üzerinde daha bir yıl geçmişken Beyrut Rumlarından Zoeros Paşa diye şöhret bulan bir Arap Yunanlısı olan Dr. Zoeros Paşa başkanlığında, Albay Dr. Hüseyin Remzi (1839-1898) ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Fünûn-i Bakteriye (Zooloji) hocası olan Veteriner Kaymakam Yarbay Hüseyin Hüsnü beylerden oluşan ve mesleklerinde belli bir başarı kazanmış bulunan üç kişilik bir heyeti, aşının Türkiye’de de üretilebilmesi maksadıyla, bilgi edinmeleri için Paris'te bulunan Pasteur Enstitüsü’ne göndermişti. Ayrıca heyetle birlikte, kendisi adına Mösyö Pasteur’e takdim edilmek üzere birinci rütbeden bir de murassa Osmani nişanı göndermişti.
Aynı zamanda o, Paris’te yeni kurulmakta olan Pasteur Enstitüsü’ne maddeten katkıda bulunmayı da ihmal etmemiş, 1000 altın ihsan göndererek maddi destek sağlamıştı. Paris Kuduzhanesi’nin açılmasına yardımcı olmak üzere gönderilen bu altınlar, o günkü değeri itibarıyla,10.000 frank etmekteydi. Altınlar bavula doldurulmuş halde heyet tarafından Paris’e götürülmüş ve Pasteur’a teslim edilmişti. 1000 adet altını heyetteki isimler arasında Pasteur’e takdim eden ise 27 Mart 1839’da doğan, çok fakir bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş bulunan, Hüseyin Remzi Bey olmuştu.
6 Haziran 1886’da Paris’e varan heyet Paris'te 6 ay kalmış ve bu zaman zarfında bizzat Pasteur ve yardımcılarından, hem kuduz hem de mikrobiyolojideki yeni gelişmeler konusunda bilgiler edinmişlerdi.
Altı ay sonra İstanbul’a döndüklerinde heyette yer almış bulunan Dr. Zoeros Paşa 1887’de Sirkeci-Demirkapı'da, Dersaadet’te Daülkelb ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi adı altında ilk Kuduz ve Bakteriyoloji Laboratuvarını kurmuş ve hastalarını tedaviye başlamıştı. Paşa aynı zamanda bazı bakteriyolojik tahliller de yapmıştı.
Heyetin diğer üyesi Dr. Hüseyin Remzi Bey ise hem kuduz hakkında Paris'te edindiği bilgileri 1890 yılında Kuduz ve Tedavisi adıyla kitaplaştırmış, hem de çiçek aşısı ile ilgili eserler kaleme almıştı. Ayrıca Mikrop adıyla bir de kitap tercüme etmişti. Hayvanlar üzerine iki ilmi çalışmayı da ayrıca Türkçeye kazandırmıştı. Ancak bütün bunlardan daha önemlisi, o güne kadar İstanbul’a dışarıdan aşı tüpleri getirilerek tedavi hizmeti verilmeye çalışılmışken Hüseyin Remzi Bey sayesinde İstanbul’da Telkihname-i Âmire adıyla ilk Çiçek Enstitüsü kurulmuştu. Telkihhane’nin ilk müdürü de tabii olarak kendisi olmuştu.
Çalışkan ve vatanperver bir insan olan Hüseyin Remzi Bey, albay rütbesinde iken 1896 yılında, daha 57 yaşında iken vefat etmiştir. Belki gariptir ama o aynı zamanda geriye tam 57 eser bırakmıştır. Cenazesi Kasımpaşa’da Kulaksız’da bulunan Türabi Dergâhı’na defnedilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid tarafından Paris’e gönderilen bu üç kişilik grubun bir başka özelliği ise İlk Türk biyoloğunun kendi aralarından çıkmış olmasıydı. Ancak hangisi olduğunu söylemek hayli zor olduğu kadar, o denli de yanlıştır. Çünkü her biri Payitaht’a döndükten sonra kendi alanlarında biteviye devam eden bir çalışma hayatı içerisine girmişler, bir taraftan sürekli ilim üretirken diğer taraftan da hastaların tedavisine, hastalıkların ise bertaraf edilmesine gayret etmişlerdi.
Bütün bunların sonucunda 1901yılı Haziranında The ST. Johnsbury Caledonian’da çıkan bir yazıda haklı olarak;
"Kolera ve veba onu en azimli düşman olarak buldular. Bugünkü İstanbul sahip olduğu mükemmel sağlık sistemi ve bakteriyoloji çalışmalarındaki deneyimli uzmanları ile gurur duyabilir" denmişti.
Pasteur’un 1885 yılında keşfettiği kuduz aşısı ve buna bağlı olarak yapılan çalışmalara Sultan Abdülhamid duyarsız kalmamış, Pasteur’un keşfinin sıhhati konusuna meslektaşları tarafından daha şüphe ile yaklaşıldığı ve hatta kuduz hastalığı diye bir şeyin olmadığı, kuduz denen şeyin esasen insanların duymuş oldukları hastalık korkusundan ileri geldiğini ileri sürdükleri bir sırada Sultan Abdülhamit gerçekçi davranmayı ve pozitif ilme önem vermeyi bilmiştir. Zira o hem dine hem de fenne, her ikisine birden itikat etmek gerektiğine kani olmuştur.
Bu yaklaşımından dolayı olmalıdır ki o, öteki hükümdarlardan çok daha önceki bir tarihte, gerçekleşen keşiften kendi ülkesinin de yararlanmasını sağlamanın yollarını aramıştı. Bunu başarabilmek için de, belki de gelmeyeceğini bile bile Pasteur’ü İstanbul’a davet etmişti. Pasteur bu davete icabet etmeyince de ona Paris’te tesis edeceği merkez için maddi destek sağlamak suretiyle keşfinden, İstanbul’da kurulacak bir Pasteur Enstitüsü şubesi vasıtasıyla, devletine ve milletine fayda sağlamayı istemişti. Onun bu yöndeki arzusu hakikaten de gerçekleşmiş, İstanbul’da bir Pasteur Enstitüsü kurulmuş ve bu merkez tarafından 15 Kasım 1900 tarihinden 15 Kasım 1908 tarihine kadarki toplam sekiz yılda kuduz hastalığına maruz kalan 6,808 kişi tedavi edilmişti.
Sultan Abdülhamid, Pasteur’ü ölünce de unutmamıştı. Bakteriyolojihane Müdürü Doktor Nikol’ü Paris’e göndererek hem Pasteur’ün cenaze merasimine katılım sağlanmış hem de Sultan’ın taziyelerini Madam Pasteur’e iletmesi söz konusu olmuştu. Ayrıca Pasteur namına, hatıra kabilinden, Paris’te dikilecek olan heykelin masrafına 1000 lira ile katkıda bulunmuştu.
Sultan Abdülhamid’in gayretleri ile diğer ülkelerden önce Payitaht’ta (üçüncü) bir şubesi açılan Pasteur Enstitüsü’nün ilk müdürlüğünü Zoeros Paşa yürütmüştü. Kurumun sonraki müdürleri ise Dr. Auguste C. Marie (1899 - 1900), Paris’ten davet edilen Dr. Paul Ambroise Remlinger (1900 - 1910), Dr. Paul Simond (1910 - 1914), sonrasında ise Dr. Hayim Naum ve Dr. Zekai Tunçman olmuşlardı. Sultan’dan bir hatıra olan bu enstitü Türkiye’de 1934 yılına kadar Pasteur metodu ile aşı üretmeye devam etmiştir.
Şüphesiz ki Pasteur Enstitüsü’nün bir şubesinin İstanbul’da açılmasını Abdülhamid kadar Pasteur de arzu etmiş olmalıdır. Zira İstanbul bir imparatorluğun başkenti olması yanında dünyada şehirlerde yaşayan itlerin de başkenti sayılırdı. O tarihlerde İstanbul’da yaşayan binlerce, ama binlerce it vardı. Dr. Remlinger’in ifadesine göre 1910 yılında İstanbul’da en az 80.000 it mevcuttu. Evcilleşmiş değil, sosyalleşmiş birer varlık olarak bu itler insanlarla birlikte, hep bir arada yaşamaktalardı. Unutmamak gerekir ki, Pasteur'un yeni keşfi hidrofobi tedavisini, barındırdığı itler nedeniyle daha evvelce Fransız Sağlık Bakanlığı’nın hususi bir surette görevlendirdiği isimlerle inceleme konusu ettirdiği İstanbul’dan başka bir yerde daha iyi bir surette tatbik şansı bulması kesinlikle imkânsızdı.
Sultan Abdülhamid’in ilgisi sadece Pasteur ve onun keşfi ile sınırlı da kalmamıştı. Şahsen tıbba merakı olan, sultan olmasam doktor veya asker olurdum diyen biri olarak o, dünyadaki tıbbi gelişmeleri yakından izlemekteydi. O ayrıca kimyaya da merak salmış biriydi. Hatta biraz da bu nedenle olmalıdır ki Payitaht’ta bir de Kimyahane kurdurtmuştu. Rangowski, Dr. Saint Gros Paşa, Bavyeralı kimyager Arnold, Serferus ve Josef Zanni onun hususi kimyagerleri arasında yer almıştı.
O, verem mikrobunu ve bir süre sonra da tüberkülin ilacını bulan Dr. Robert Koch’un da ilk kapısını çalanlar arasında yer almıştı. Paris’e olduğu gibi Berlin’e de bir doktorlar heyeti göndermişti. Tabii ki Dr. Koch’a da birinci rütbeden bir nişan ihsanında bulunmayı ihmal etmemiş, bu vesile ile ülkesi insanının saadet ve selamette olması için gayret sarf etmişti.
1893’te İstanbul’da açılan Bakteriyoloji Enstitüsü daha sonra Haydarpaşa'da Mekteb-i Tıbbiye civarına taşınmışken 1904’te Selanik ve 1917’de ise Sivas Enstitülerinin açılışı takip etmiştir. Kuduzla mücadele noktasında sonraki zamanlarda yapılan çalışmalar ise 1925’te Şam ve Diyarbakır’da, 1927’de Konya’da, 1929’da İzmir’de ve 1954’te Elazığ’da sürdürülmüştür. Bu şehirlerde açılan her biri laboratuvar kendi bünyesinde aşı üretmiş ve sonraki zamanlarda da Hünkâr’ın açtığı yolda hizmet vermeyi sürdürmüşlerdi.