Abdülhamid ve Sihirli Fener: Sinema
Ali Özuyar’ın gayet güzel bir surette ifade ettiği üzere, adını Lumiere Kardeşler'in icadı Cinematographe'tan alan sinema, görsel dilinin yarattığı evrensellikle, geride bıraktığımız yüzyılın en etkili ve en popüler kitle sanatı oldu. Ancak sinemanın teknolojik bir buluş olarak gerçekte kimin tarafından icat edildiği ise yıllar boyunca tartışılıp durdu.
Sinemayı kim icat etti?
Bu suale muhatap olan bir Fransız ise hiç şüphesiz ki cevap Mösyö Lumiere olacaktı. Aynı suali bir Amerikalıya sorarsanız, sinemanın doğrudan doğruya Edison tarafından icat edildiğini belirtecekti. Bir Belçikalı ise muhakkak ki Plateau'nun ismini ileri sürecekti. Ancak şurası muhakkak ki, doğal veya suni bir görüntünün perdeye aksettirilmesine son noktayı koyanlar Fransız Lumiere Kardeşler olmuştu.
Osmanlı topraklarının sinemayla buluşması Sultan Abdülhamid iktidarının son evresine denk gelmektedir. 1896 yılı bu anlamda diğer yıllardan farklı olmuştur. Sinema siyasal iktidarın muhalefeti yerine 29 Mart 1903’de yazılı bir onay ile karşılık bulmuştu. Yirmi beş maddeden oluşan ve şartları oldukça ağır olan "Memalik-i şahanede sinematograf temaşa ettirilmesinin şerait-i imtiyaziyesi" adıyla bir sinema nizamnamesi hazırlanmıştı. Nizamnamede, daha ziyade film gösterimi şeklindeki, sinema faaliyetlerinde bulunma hakkına kimlerin sahip olabileceği tafsilatlı bir şekilde ifade edilmişti.
Yürürlüğe girip girmediği konusunda kesin sonuçları olmamakla birlikte, 1903’de Cinematographe imtiyazının hazırlanması dönemin somut bir ürünü olmuştur.
Batı’ya ve Batı’da icat edilen her bir şeye yakın alaka duyan Abdülhamid dünyada yavaş yavaş yayılma temayülü içerisinde olan film ve sinemadan da bihaber değildi.
O, Almanya, Avusturya, Çin ve Britanya gibi ülkelerin liderlerinin perdeye akseden görüntüleri bilgisine sahip biriydi. Belki de bu nedenledir ki Çin'de yaşanan son hadiselerden bahseden filmler getirtip izleme arzusu göstermişti. Ancak o "Cinematographe” teriminden Mabeyincisi ve şifahi emirleri sözcüsü Arap İzzet Paşa marifetiyle haberdar olmuştu. Mabeyncisi vesilesi ile konuya tam anlamı ile muttali olan Abdülhamid Cinematographe’a ilgisiz kalmamış; Lumiere kardeşlerin icadından sadece bir yıl sonra bu alet Yıldız Sarayı'na da girmişti.
Sermet Muhtar Alus, “İstanbul’da sinemayı ilk seyreden bahtiyar kimdir biliyor musunuz?” diye soruyor ve cevabı da yine kendisi veriyordu: Karin-i Sani, Arap İzzet Paşa.” Sonra da devam ediyordu: “Kimden duyduysa duymuş yahut resmini nerede gördüyse görmüş. Ayıp değil a, merak bu. Derhal Avrupa’ya sipariş etmiş ve konağına getirtmiş. Koca kâşane, film parlaması yüzünden kül olup gitmişti.”
Abdülhamid döneminin paşaları arasında film ile tanışan sadece İzzet Paşa değildi tabii ki. Yıldız Sarayı tercümanı Sabuncuzade Louis Alberi de filme merak duyan isimlerden biri olmuştu.
Louis Alberi, 9 Eylül 1902’de seyrettiği bir filmin aniden durduğunu yazmış ve bu durumu elektrik kesintisine bağlamıştı. Fakat belirttiğine göre, “Seyirciler makinede bir infilâk vuku bulduğunu” zannetmiş ve birbirlerini çiğner bir vaziyette can havli ile kaçmaya başlamışlardı.
Bu hadiseye rağmen, Louis Alberi 1904’te, Sultan II. Abdülhamid’in tahta cülusunun yirmi sekizinci yıl dönümü münasebetiyle, Büyükada’daki evinde ahaliye bir film gösterimi düzenlemişti. Fonograf ve projektörün kullanımını bizzat öğrenen Louis Alberi anılarında o geceyi şöyle tarif etmişti:
“1 Eylül – Bugün Zât-ı Şâhane’nin tahta cülûsunun yirmi sekizinci yıl dönümüdür. Bu münasebetle evimin elektrik tezyinatını hazırlamakla meşgul oldum. Güneş battıktan sonra fenerleri ve elektrik lambalarını yaptık. Asetalin ışığı ve sinema makinesiyle halka manzaralar seyrettirdik.”
Arap İzzet Paşa'nın film, sinema ve Cinematographe terimleri ile tanışması Abdülhamid’e nazaran biraz daha erken bir vakitte gerçekleşmiştir.
Arap İzzet Paşa, İran’da Bâbîler tarafından Şah’ın suikasta kurban gitmesinden sonar, gizli bir görevle Tahran’a gitmiştir. Ölen Şah, Avrupa'ya yaptığı son ziyarette, makul bir fiyata, satışa sunulan bir Cinematographic film ve gerekli projeksiyon cihazını satın almıştı. Şah, en yakın arkadaş çevresi ve en sadık ve çok sevdiği saraylılar ile birlikte, fakat büyük bir mahremiyet içerisinde ve Saray’ın yüksek duvarlarının gerisinde, haremağasının idaresinde sinematografik seanslar izlerdi.
Arap İzzet Paşa, gerçekleştirdiği resmi ziyaretinin ötesinde yeni Şah’ın sarayında eski Şah’tan kalan başka şeylere de tanık olmuştu. Zira kendisi İstanbul’dan, Yıldız Sarayı’ndan gelen biri olarak değerli görülmüş ve hususi misafirlerden kabul edilmiş, özel muameleye tabi tutulmuştu. Dolayısıyla Arap İzzet Paşa film ile ilk kez İran'da tanışmış ve orada sarayda, pek muhtemeldir ki biraz da müstehcen bir mahiyetteki, filmler seyretmişti. Film, tam bir sanat meraklısı olan Abdülhamid’in bulunduğu Yıldız’a girmeden önce her nasılsa İran’da Şah’ın sarayına girebilmişti. İzzet Paşa İstanbul’a geri döndüğünde Cinematographe denen bu yeni icattan Abdülhamid'e de söz etmişti. Ancak film, sinema ve Cinematographe terimleri elektrik ile yakından alakalıydı. Bir filmin seyri için olması gerekenlerin en başında gelen unsur ise elektrikti. Ancak İstanbul’da elektrik maalesef yoktu veya kısıtlı bir surette ve belli yerlerde mevcuttu.