Abdülhamid; zat-ı akdes-i hümayun
Batı siyasilerinin dilinde ve yabancı basının sayfalarında Sultan İkinci Abdülhamid olumsuz anlamdaki hemen her türlü sıfatla tavsif edilmişken Yıldız Sarayı’nda ve Osmanlı coğrafyasında ise aksi suretteki nitelemelerin muhatabı olmuştu.
Dönemin Osmanlı salnameler (yıllıkları)nda Abdülhamid için yapılan tanımlama, özgün yazım biçimiyle:
Emiru’l-Mü’minin, imamu’l-Müslimin, hadimu’l-Haremeyni’l-muhteremeyn, padişah-ı Osmaniyan, şehinşah-ı İslamiyan-ı bi’l-irs ve’l-İstihkak ve bi’ş-Şevketi ve’l-İclal, halen serir-ara-yı hilafet-i Kibriya-yı İslamiye ve saltnat-ı Uzma-yı Osmaniye, es-Sultan ibni’s-Sultani’s-Sultan, el-Gazi, Abdülhamid Han-ı Sani ibni’s-Sultan el-Gazi Abdülmecid Han ibni’s-Sultan el-Gazi Mahmud Han-ı Sani
Sadeleştirilmiş haliyle:
Müslümanların lideri, Müslümanların imamı, kutsal Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, Osmanlı padişahı, miras ve harcadığı emeği neticesi, kudretli ve haşmetli Müslümanların şahlarının şahı, büyük İslam hilafetinin ve Osmanlı saltanatının azametli sahibi, sultan oğlu sultanın oğlu sultan, gazi Sultan Mahmut oğlu gazi Sultan Abdülmecid Han’ın oğlu gazi İkinci Abdülhamid Han
şeklinde vasfedilmişti.
Abdülhamid’in şahsını ve konumunu ifade etmek için kullanılan söz konusu her bir niteliğin kendince bir anlam derinliği vardı.
Bu manada örneğin Emirü’l-Mü’minin yahut İmamu’l-Müslimin (Müslümanların lideri, İmamı) nitelemesiyle onun sadece kendi tabası olan Müslümanların değil, Osmanlı coğrafyası haricinde yaşayan dindaşlarının da halifesi olduğu vurgusunda bulunulmuştu. Böyle bir vurgu esasen bütünüyle yersiz olmayıp hakikaten de Osmanlı ülkesi haricinde yaşayan Müslümanların ekseriyeti nezdinde Müslümanların imamı olarak kabul görmüştü.
Kutsal Mekke ve Medine’nin hizmetkârı söylemi ise Osmanlıdaki hilafet iddiasını geçerli kılmaya yönelik olmuştu. İngiltere’nin “Arap” hilafeti oluşturma çabaları ve bu noktada Osmanlı hilafetinin dolayısıyla da Abdülhamid’in halifeliğinin gayrimeşru olduğu şeklindeki yıkıcı siyasal propagandasının önünü kesmeye matuftu.
Unvanları içerisinde yer alan Gazi unvanı ise Mayıs 1877'de Rusya'ya karşı savaşta kazanılan küçük bir Osmanlı zaferi akabinde söz konusu edilmişti. Elde edilen askeri başarı neticesi alınan bir fetva neticesi kendisine verilmiş olan “Gazi” unvanı aynı zamanda Emirü'l-Mü'minin ve Halife-i Ruy-i Zemin pozisyonlarını da içinde barındırmaktaydı. Zira kendisine verilen gazilik sıfatı sadece cesur ve yetenekli bir savaşçı olmanın ifadesi değil, fakat aynı zamanda dini açıdan bir mücahit olan, inancı için savaşmış bulunan biri olunduğunun da tesciline haizdi. Savaş, nihayeti itibarıyla Osmanlı Devleti aleyhinde sona ermiş olsa da edinmiş olduğu “Gazi” sıfatı ona sadece kendi idaresi altında bulunan Müslüman nüfus üzerinde değil, belli ölçüde de olsa, sair Müslüman ekseriyet üzerinde de etkin olabilme imkânı kazandırmıştı.
Abdülhamid’in söz konusu sıfatları edinmesi ve bu yönde bir politika izlemesinde şüphesiz ki sadece kendi iradesi değil, hariçten gelen tazyik ve tacizlerin de büyük oranda etkisi olmuştu. İktidarının ikinci yarısında bir problem olarak karşı karşıya kaldığı İngiliz tahrik ve destekli Arap hilafeti düşüncesini, büyük İslam hilafetinin en meşru temsilcisi olarak bertaraf etme adına Surre Alayı’nın hilafet merkezinin değerli hediyelerini her yıl Hamidiye Marşı eşliğinde Mekke ve Medine'ye götürmek üzere payitahttan uğurlanması; lojistik avantajına ilaveten Mekke ile Medine’yi Müslümanlar için daha kolay ulaşılır bir yer haline getirmesi nedeniyle dinsel bir simge hüviyeti kazanmış bulunan Hicaz Demiryolu inşaatının kısa bir süre içerisinde tamamlanması söz konusu harici tazyik ve tacizlerin izini taşıdığı hamlelerdi.
Salnamelerde her yıl yer alıp kendisine atfedilmiş olan yukarıdaki sıfatlarla Abdülhamid için “İslam'ın Savunucusu”, “Müslümanların Halifesi” ve “Kutsal Yerlerin Koruyucusu” şeklinde bir padişah portresi çizilmişti.
Gündelik yazışmalarda veya muhtelif resmi evraklarda salnamelerde atfedilen sıfatların ötesinde kendisi için daha başka nitelendirmelerde de bulunulmuştu.
Ayağının tozu olmak;
Gölgesinin halka güven sağlaması;
İki kıtanın hükümdarı olması;
Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi bulunması;
Peygamberin varisi ve halefi sayılması
söz konusu nitelemelerdendi.
Bu yöndeki övgü dolu tanımlamalardan birisine örnek olmak üzere Darülaceze’nin yapımını konu alan bir çalışmanın takdim sayfasında yer alan şu ifadeler burada zikredilebilir:
Halife-i Cenab-ı Resul-i güzin ve imamü'l-Müslimin sertac-ı ibtihac-ı selatin şevketlü, kudretlü, merhametlü es-Sultan ibnü's-Sultan es-Sultan el-Gazi Abdülhamid Han-ı Sani efendimiz hazretlerinin meberrat-ı seniyye-i hazret-i hilafetpenahilerinden olan Darülaceze…
(Seçkin Resul hazretlerinin halifesi, Müslümanların önderi, sultanların baştacı, şevketli, kudretli, merhametli, Sultan oğlu sultan, sultan Gazi İkinci Abdülhamid efendimiz hazretlerinin hayır işlerinden biri olan Darülaceze…)
Abdülhamid’in kendisine atfedilen sıfatları hiçbir surette yadırgamadan kullanması çağının hiçbir surette yadsınmayan uygulamalarından biriydi.
Geçmişte Osmanlı padişahları tarafından olduğu gibi İran, Rusya, Avusturya, Japonya ve Prusya/Almanya, Burma, Seylon ve bugünkü Zimbabve, Zambiya, Mozambik ve Güney Afrika topraklarını kapsayan Mutapa Krallığı geçen yüzyılın dönümünde söz konusu devletlerin idarecileri için benzeri unvanları muayyen bir amaç çerçevesinde ve hatta ulûhiyet muhtevalı olarak kullanmışlardı. Söz konusu amaç toplum üzerinde merkezi otoriteyi ve bu otoritenin başını etkin kılma arzusu ile yakından alakalıydı. Deringil bu durumu:
Birinci Nikola'dan itibaren Rus çarları, resmi Ortodoksluğun tümüyle kamusal bir işlev üstlenerek hizmet ettiği Rus mitleri sentezini kullanmak suretiyle, halklarıyla doğrudan bir bağlantı kurmaya çalışmışlardı. Abdülhamid'in resmi İslam'a bakış tarzı da aynen buydu. Nasıl I. Nikola ve III. Aleksandr kutsanmış çar imgesi yaratmışlarsa, Abdülhamid de fiilen aynı unvanı, yani zat-ı akdes-i hümayun unvanını, seleflerinin hepsinden daha çok benimsemişti. Diğer taraftan "Kutsal Rus Toprağı" ya da "Kutsal Trol Toprağı" terimleri, ism-i mukaddes-i devlet-i aliyye terimine apaçık denk düşüyordu
diye ifade etmişse de Batı’nın o dönemde sürdürmüş olduğu imaj siyasetinin ve bu siyasetin Abdülhamid kadar Rus Çarı için de geçerli olan yıpratıcılığı dikkate alındığında söz konusu unvan ve kullanım vesilesiyle halk ile doğrudan ve sarsılmaz bir bağı oluşturma çabasının ötesinde gerek Hamidiye İdaresi’nin gerek Çarlık Rusya’sının siyasal oluşumlar ve parlamentolar gibi elverişsiz olarak değerlendirilen vasıtalardan kaçınma arayışı ve ayrıca Batı’dan gelen ve Abdülhamid iktidarı ve imparatorluğunu yıpratıcı ve yıkıcı siyasal salvolara karşı şahsı, idaresi ve ülkesini kamuoyu nazarında zafiyete uğramaktan azade kılma ve salvolar karşısında dik durabilme yahut salvolara karşı bir direnç oluşturma çabasının önemli bir parçası olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır.