Ahmet Demirhan: Obama 'liberalizmin kriptosu'dur!
ABD siyasetinde Barack Obama'nın bıraktığı izleri SuperHaber için kaleme alan Ahmet Demirhan, "Obama, ‘liberalizm’in bütün o kulağa hoş gelen değerlerinin ve ilkelerinin arkasında aslında ciddi anlamda bir ‘menfaat’ (Wall Street vesaire) olduğunu; insanın aslında insanın kurdu olduğuna dair o inancın bütün o kulağa hoş gelen ilke ve değerleri kendi ekseninde evirip çevirdiğini gösteren bir sahne aktörüdür." diye yazdı.
* Yalancı umut: Obama
Aslında 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a veda edecek olan Amerika’nın 44. Başkanı Barack Hussein Obama’dan ‘geriye kalan’lar (legacy) hakkında çokça yazılmaya başlayan yazıların ilk cümlesi, “Arkasında çok şey bıraktı” olmalı.
Daha göreve gelir gelmez Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirilen Obama’nın arkasında bıraktığı çok şeyin ödülünü aldığı ‘barış’la hiç de alakası olmadığını da ekleyerek.
Obama, geriye, yıllardır üzerinde çalışılan, milyarlarca dolar harcanan, uğruna binlerce can feda edilen, ama öyle anlaşılıyor ki Trump’ın başkan seçilmesiyle bütün gelecek öngörüleri de boşa çıkmış olan bir ‘proje’ ile o projeyi gerçekleştirmek için atılmış adımların yarattığı büyük bir yıkıntı bıraktı.
Şimdi belki de çok uzak bir geçmiş gibi görünüyor, ama Obama’nın başkan seçildiği yıllardaki iklimi hatırlayalım.
Amerikan siyasetinde hiç eksik olmamış, aslında Trump’la birlikte başka bir hal almış bulunan ‘mesiyanik siyaset’in dibine varılmıştı.
2008’de parlak siyahi bir kişinin Amerika Başkanı olması kutlanmıyordu sadece. Bir ‘umut’ beklentisi de almış başını gitmişti. ‘Umut’, hatırlayalım, Obama’nın Türkçe’ye çevrilen “Audacity of Hope: Thoughts on Reclaiming the American Dream” (“Umudun Cesareti: Amerikan Rüyasını Canlandırmak Üzerine Düşünceler”) adlı kitabının adı değildi sadece; aynı zamanda belki de başkanlık seçimleri tarihinde en çok özelliği olan, en çok hatırlanacak bir kampanyanın kendine özgü posteriyle de bolca pompalanıyordu.
Böylece Obama, sadece mesiyanik bir ‘umut’la yola çıkmakla yetinmiyor, bu mesiyanikliğe bir de cesaret ekliyordu.
Umudun cesareti: Aslında bugünden neriye baktığımızda ne kadar da kakafonik geliyor kulağa.
İşin cesaret kısmını belki de en güzel güzel açıklayan açıklamayı, Obama gibi siyahi bir siyaset bilimci olan Cornel West ifade etti.
Obama, sadece Amerika’nın ilk siyahi başkanı değildi; aynı zamanda Amerikan’nın ilk zengileştirilmiş (niggerized) başkanıydı da. Bu anlamda Obama için cesaret, aslında arka planda Bush’ların önlerini açtığı cebi doluların Obama yönetimi altında kendilerini kurumsallaştırmaya çalışmalarının önünde iyi konuşmalar yapan bir avukat cesareti olarak kaldı.
Siyahi bir başkan olması da, kendisinden önce dışişleri başkanlığı koltuğuna oturmuş olan Colin Powell veya Condoleezza Rice’ın bir adım öne çıkmış halinden başka bir anlam taşımadı.
Başkanlığa “parlak ve karizmatik siyahi” olarak oturan Obama, belki de Amerikan tarihinin görebileceği en beyaz başkana, yine Cornel West’in ifadesiyle, “yalancı ve katartik beyaz bir başkan”a görevini devredecek olmasına, kendisi katkı yaptı.
Dolayısıyla Obama’nın ‘cesaret’i, ortaya liberalizmin ‘mesihi’ni değil, onun mezar kazıcısını çıkardı. (Aynı West, daha 2012’de, Judith Butler, Jürgen Habermas ve Charles Taylor’la birlikte dinin kamusal alandaki gücünü tartıştıkları ve Columbia University Press tarafından yayınlanan “The Power of Religion in the Public Sphere” adlı bir derlemede, Obama’nın demokratik retorikle yola çıkıp teknokratik siyaset izlediğini öne sürmüş ve içerde Keynesyan bir neoliberalizmi, dışarda da liberal bir neokonservatizmi teşvik ettiğini belirtmişti. Yani Obama= Bush + Clinton’dı.)
‘Umut’a gelince, kimileri buna kamusal dinin ‘kurtarıcı’ boyutuna hitap eden transendental bir söylem ile kamusal hayatın somutluğunda ortaya çıkan pragmatizmin arasında sıkışıp kalmış bir söylem olarak gerilim yaratıcı bir ‘umut’ adını verecektir.
Ancak sadece Bush’lar ve çevresindekiler gibi cebi doluların kurumsallaşmasını küreselleşme namı altında satmakla değil, yani ‘umut’u parayla satın alınabilir bir meta haline getirmekle değil, koltuğunu Trump gibi başka bir cebi doluya terk etmekle de kendisini gösteren bir yıkıntıdan başka bir anlamı olmadığı görüldü onun.
Şimdilerde raflarda Obama’nın “Audacity of Hope” adlı kitabının adıyla oynayan “The Mendacity of Hope: Barack Obama and the Betrayal of American Liberalism” (“Umudun Yalancılığı: Barack Obama ve Amerikan Liberalizminin İhaneti”) türünden kitaplarla karşılaşmamızın bir nedeni de bu.
Obama, tıpkı Amerikan halkının ekserisinin hala onun kripto-müslüman olduğuna hala inanması gibi, her şeyiyle bir ‘kripto’ydu.
O kadar ‘kripto’ydu ki onun başkanlığının özellikle ikinci döneminde, Amerikan siyasetini sevk ve idare eden ‘güç’ler bile, en çıplak halleriyle gözler önüne seriliverdi.
Bu nedenle ileride bu sahte müslüman olduğuna dair iddialar unutulduğu ve aslında ne kadar tutkulu bir Hristiyan olduğunun göstermeye çalıştığı, George W. Bush gibi Amerikan siyaseti ile dini atbaşı götürmeye çalışan birisinden bile daha fazla ‘İsa’dan, ‘Mesih’ten ya da “hem tamamıyla bir Tanrı ve hem de bir insan olan, acı çekmiş, ölmüş ve yeniden dirilmiş Kurtarcı”dan bahsettiğine değinilerek ne kadar ‘saf’ bir Hristiyan olduğu işaret edilirse pek şaşırtıcı gelmeyecektir.
Ama onun siyaseten bir ‘kripto’ olduğuna çokça değinilecektir.
Obama, ‘liberalizm’in bütün o kulağa hoş gelen değerlerinin ve ilkelerinin arkasında aslında ciddi anlamda bir ‘menfaat’ (Wall Street vesaire) olduğunu; insanın aslında insanın kurdu olduğuna dair o inancın bütün o kulağa hoş gelen ilke ve değerleri kendi ekseninde evirip çevirdiğini gösteren bir sahne aktörüdür. Obama ‘liberalizmin kripto’sudur.
Belki de Amerikan felsefesinin ve siyaset bilimin en büyük ismi olan, ‘siyasal liberalizm’ tezinin babası John Rawls’ın yapı-sökümüdür. (Sanırım, bu anlamıyla ve bütün ‘ironi’siyle, Trump’ın başkan seçilmesi de başka bir Amerikan siyasal felsefecisi Richard Rorty’nin yapı-sökümü olarak adlandırılabilir.
Meraklısına bir de not: bu tür tartışmalar için, 2015 yılında Fordham University Press tarafından yayınlanan Akiba J. Lerner’in “Redemptive Hope: From the Age of Enlightenment to the Age of Obama”sı iyi bir kaynak.)
KAHİRE KONUŞMASI
Aslında aynı şey Obama’nın birçoklarına ‘umut’ vadeden Kahire konuşması için de geçerli. Bunun neredeyse unutulmuş olan bu konuşmadaki söylenenleri ve söylenenlerde içkin olan vaatleri burada sıralamaya kalkışsak, Obama için söylenebilecek başka hiçbir şey kalmazdı.
Başka bir ifadeyle, Obama’yı en çıplak haliyle resmedebilmek için, Kahire konuşması tek başına yeterli olurdu.
Sanki müslüman dünyada bir başkanlık seçimi varmış da, ikinci adı Hüseyin olan Amerikalı bir siyahi, müslüman dünyanın başkanlığına aday olduğunu ilan eden bir kampanyadaymış gibi görünen 2009’daki bu konuşmasında Obama, Amerika, Batı ve müslüman dünya arasında bir işbirliği öneriyor; Kur’an’dan alıntılar yaparak, Müslümanların ‘uygarlığa’ katkılarına değinerek, karşılıklı saygı, hoşgörü ve demokrasi temelinde iyimser bir gelecek vadederek, sadece Irak’ta değil Filistin’de yanlış yapılanlara da işaret ederek, güçlü retoriğiyle müslüman dünyaya geçmişin hatalarından arınmış bir Amerika vadediyordu.
Sonuç?
Sonuç keşke Obama’nın aynı yıl Nobel Barış Ödülü’nü alırken başka şeyler yanında Avrupa için de vadettikleri kadar boş bir retorik olsaydı.
Ama maalesef değil.
Sonuç; Kahire’de “Yeni Bir Başlangıç” adıyla yapılmış konuşmanın (http://news.bbc.co.uk/2/hi/8082862.stm) içeriğinde ne söylendiyse, bugün tam tersi bir tablonun ortaya çıkmış olması.
Elbette Amerikalı yeni sağın iddia ettiği gibi Orta Doğu’da yaşanan trajediler için önce Orta Doğu’daki güç dengelerine bakmak gerek; ancak şu anda Orta Doğu’da yaşanan trajediler için Bush’ların sağcı ve Schmittçi politikaları, çıkarcı amaçlar adına Saddam’ın kıyamet topu gibi aşırı yalanların arkasına sığınarak işgalcilikleri kadar Obama’nın sanki bu geçmişe bir sünger çekerek yeni bir sayfa açtığını müjdeleyen bu vaatlerinin de büyük bir payı, hem de çok büyük bir payı olduğu muhakkak.
Amerika Obama eliyle önce kendi içinde bir ‘düşman’ yarattı ve şimdi Trump eliyle bu ‘düşman’ı olabildiğince stigmatize edecek bir yönelime girmiş durumda.
Bu nedenle, Obama’nın tıpkı Oslo konuşması gibi Kahire konuşmasını da sadece bir hayalkırıklığı olarak nitelendirmek yanlış olur. Bu konuşma, sadece entelektüel düzeyde kalınarak bir eleştiri getirilecekse ve sadece Orta Doğu değil, Orta Avrupa’da da yaşananlara bakıldığında, metnin yazılmasına katkıda bulunanlar da düşünüldüğünde, bütün çıplaklığıyla Batılı ‘diyalog’ ve ‘hoşgörü’ söylemlerini de bir kalemde boşa çıkardı. Elbette ki bu boşa çıkmanın müsebbibi Arap Baharı filan değil; örneğin Arap Baharı’nın etkisiyle başlayan bir Amerikancı bir tepki olarak “postmodern otoriterlik” tartışmaları.
Başka bir ifadeyle Arap Baharı Obama’nın ‘umut’unu fazla ciddiye aldı; karşılığı “postmodern otoriterlik” veya Suriye’de, Irak’ta, Libya’da iç savaş oldu.
Tıpkı Oslo’daki konuşmanın karşılığının Ukrayna ve Kırım sorunları yanında bir Avrupa Birliği sorunu ve hatta Brexit olması gibi.
Ama konumuz Obama, örneğin Türkiye’de bu tepkinin sözcülüğünü yapan ve nasıl ki 15 Temmuz unutulmayacaksa o derecede unutulmaması gereken, hep hatırlatılması gereken bir takım ‘liberal’ zevat değil (Bu anlamda İhsan Dağı’nın “postmodern otoriterlik” saçmalığı kadar, mesela Yavuz Baydar’ın Türkiye’de “öpüşme yasağı” olduğuna dair saçmalıklarını, bir Abdullah Bozkurt’un çirkin hırçınlığı kadar hiç unutmayacağım; bunlar, en basitinden, sözde liberal dünyaya sığınmış bir edayla yapılmış ‘post-gerçeklik’ söylemlerinin en erken savunmacı çizgisiydi ve isimler bazında değil başka bir sürü ismin de eklenmesiyle oluşabilecek ‘figüratif değerleri’yle dikkate alınmalı).
Obama’nın (Arendt’in Vietnam savaşıyla ilgili Pentagon Papers’ın yayınlanması üzerine yazdığı yazıda vurguladığı anlamıyla) yalanları ve Amerikancı tepkinin bu yalanların yalan olmadığını ispatlamak için kırk dereden su getiren gayretleri, Avrasya’yı ikiye bölmüş durumda.
Bir yanıyla Orta Asya ve Orta Avrupa ile Avrasya’nın batısı ve diğer yanıyla Rusya ve Çin ile Avrasya’nın doğusu. Bu aslında Trump’a üzerinde tam da kendi arzusuna göre oynayabileceği geniş bir alan yaratmış durumda.
Bu anlamda Obama’dan dünya siyaseti için ‘arkada kalanları’, Obama’nın dünya siyaseti için ‘legacy’sini de belirleyecek olan, yine Trump.
Ama öyle görünüyor ki burada da Obama, tıpkı ‘liberalizmin kripto’su olmasına benzer bir şekilde, Amerika’nın Gorbaçov’una dönüşebilir.
Yeter ki Trump bir Yeltsin olmayı isteyip istemediğine karar versin.