Ahmet Özhan’ın düşüncesi, Tayyip Erdoğan’ın itirazı, Kültür Bakanlığı’nın şûrâsı
İstanbul’da toplanan II. Milli Kültür Şurası’nı Saraybosna’da internet üzerinden gazete haberlerini ve köşe yazılarını okuyarak takip etmeye çalıştım. Nicedir böyle bir çalışmanın gündeme alınmasını bekleyip durur idim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son 15 yıllık süreçte kalkınma başta olmak üzere pek çok alanda belki bir zamanlar hayal bile edilemeyecek adımlar atılmasına rağmen, kültür ve sanat alanında amiyane tabirle yaya kaldığımızı itiraf etmesi, bir şurâ zamanının geldiğine, hatta geçtiğine işaret idi.
Velhasıl beklediğim oldu. İnşallah şurâda alınan kararlar kağıt üzerinde kalmaz, uygulamaya da geçer. Umudum odur ki, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kültür ve Turizm Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Büyükelçi İbrahim Kalın olmak üzere, şurâ konuşmalarında dile getirilen Anadolu İrfanı, bugünden itibaren sadece edebiyat ve yerel yönetimlerin il sınırları dışında ses getirmeyen dağınık etkinliklerine sıkıştırılmaktan kurtulur da milli kültür politikamızın ekseni olur.
Ak Parti hükümetinin ilk yılında irfan kültürümüzün ve musikisinin billur sesi Ahmet Özhan; “Kültür ve Turizm Bakanlığı yerine Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı ihdas edilse ne güzel olur, zira kültür turizmle bir derece irtibatlı olabilir ama eğitimle her bakımdan irtibatlı.” demişti bir sohbetimizde.
Bendeniz bu düşünceyi o dönem Başbakan olan Cumhurbaşkanımız’a ilettiğimde “Ben öyle düşünmüyorum, bu hususu tartışabilirim!” cevabı almıştım.
“Tartışabilirim” dediği ben değildim tabii ki, Ahmet Özhan’ı kastetmişti, zaten ben de kültür-sanat yahut eğitim danışmanı değil, basın müşaviri idim, çenemi kapattım.
Şimdi bilerek, isteyerek, teammüden açmak istiyorum.
O gün; meslek hayatının 30 yılının çoğunu medyanın ilkesel meseleleriyle uğraşarak geçirmiş bir gazeteci olarak, Ahmet Özhan’ın düşüncesi ve Başbakan Erdoğan’ın itirazı üzerine pek fikrim yoktu, haddim de değildi.
Edebiyat tahsili yaptım, gazetecilik icra ettim, dolayısıyla felsefeden, sosyolojiden, siyasetten anlamam. Parmenides’ten Nihat Doğan’a kadar 10 büyük filozof say deseniz çenem kilitlenir, sayamam.
Sosyolojinin İbn Haldun ile Ertuğrul Özkök silsilesini dök deseniz, dökülür kalırım, dökemem.
Siyaset üzerine üç beş yazı okumuşluğum, beş on nutuk dinlemişliğim, bir de Twitter takipçiliğim vardır, o kadar. Elbette Türkiye’deki her vatandaş gibi laf cambazlığı ile hükümet kurup yıkmışlığım çoktur ama o marifette de siyasetin küçük harflisini tercih eder, büyük harflisini ise tabelacılara bırakmayı edebden sayarım.
Buna rağmen açıyorum çenemi... Hissim odur ki kolayca da kapatmayacağım, biline!
Çünkü rahmetli validemin bir vasiyeti ile, yine gazetecilik üzerine mesleğimin zekâtı kabilinden bir şeyler yapmayı düşünürken fark ettiğim bir problem, beni çözüm konusunda sadece gazetecilik sahasında değil, kültür, sanat, eğitim ve hatta siyaset alanında da Anadolu İrfanı’nın sahiline sürükledi.
Gördüm ki; birbirine eşit derecede yaya kaldığımız, son bir asırdır neresinden tutacağımızı bilemediğimiz, her el attığımızda biraz daha kördüğüm haline getirdiğimiz kültür ve eğitim meselesinde çözüm için; Anadolu İrfanı’nın hakkıyla araştırılarak gelecek planlamalarının odağına oturtulması gerekiyor. Hatta sadece kültür değil en geniş anlamıyla bütün siyasetin; Batı’ya iliştirilmiş bol takırtılı politik raylar üzerinde değil, Anadolu İrfanı’nın engin ve derin suları üzerinde yürütülmesi kaçınılmaz görünüyor.
İnsanî bir yönetim için, irfânî siyaset anlayışı şart!
Ve nihayet fert fert; bir kaç asırdır Batılılaşma ideolojisinin zoruyla üzerimizde taşıdığımız ısırgan otundan dikilmiş gömleği sıyırıp atmak, özümüze tâ İdris Nebi zamanından beri biçilip duran hulleyi, yine özümüze yakışır bir mahcubiyetle yeniden giymek, titremesek de kendimize dönmek, tek çaremiz diye düşünüyorum.
O irfan; olmazsa olmazımız çünkü.
Milli Kültür Şûrası’nda yazar Alev Alatlı’nın “Dünyanın iyiliği için Türkiye” vurgusunun edebî bir espriden ibaret olmadığını ispatlayacak efsunlu bir formül.
Yine Alev Alatlı’nın Cumhurbaşkanlığı tarafından kendisine tevdi edilen ödülün töreninde kafamıza kafamıza vurduğu “yasal/helal” farkındalığını bize yeniden kazandıracak belki tek haslet!
Bidayette “şahitlik sıfatı”, nihayette “şehitlik arzusu” üzerine ikrar veren bir milletin çocukları olarak; çocuklarımıza Anadolu İrfanı’nın ne olduğunu, o irfanın insanı nasıl inşâ ettiğini anlatmak, onlara miras olarak nizâyı değil rızâyı; kavgayı değil sevdayı bırakmak boynumuzun borcu olmalı.
Peki nasıl yapacağız bunu?
Önce başlangıç noktasına dönüp bütün aidiyetlerimizden, sıfatlarımızdan, duygularımızdan sıyrılarak, bir “şâhit” sıfatıyla “insan” olmaya karar verip “rıza” ilkesiyle, “hak” zemininde, “adalet” çatısıyla kendimizi inşa ederek...
Sonra; insanlara bilmedikleri şeyleri, en güzel, sanatkârâne bir şekilde, mutlaka onların kendi ana kültürünün zemini üzerine bina edilecek bir ilimle, bebeğini emziren bir annenin bebeğine olan şefkati ve tutkusuyla, her şeyi en az doksandokuz değişik açıdan tahlil edip anlayacakları bir yöntemle öğreterek...
İrfan kültürümüzün temeli bu ve inandığımızı iddia ettiğimiz Kitab’ın ilk nazil olan beş âyeti ile üstümüze giydirdiği hâl elbisesi!
O âyetler üzerine biraz düşününce kültürün eğitimle irtibatı var mı yok mu sorusu cevabını buluyor galiba.
Saraybosna’dan Sarayburnu’na bir şûrâlık kültür içün bu da benden çam sakızı!
Kabul et Leylâ!