Akıl bağı kopuk bir dünya
19. yüzyılda kapitalizm demir ağlarını atarken, hiç de akıl işi olmadığı söylenmişti.
Çoğunluk çalışırken azınlığın zengin olmasını akılalmazdı.
Ama oldu.
Konu geldi postmodernizm kavramına dayandı.
Kavramı anlamakta zorlananlar, anlayanlardan katbekat fazla oldu.
Kavramın üç saç ayağı var;
Bir, farklılık iyidir.
İki, kendini ifade iyidir.
Üç, davranışla akıl arasında bir bağ kurmak gerekmez.
Günlerdir yattık kalktık “hasta sayıları açıklanıyor, vaka sayıları açıklanmıyor” dedik.
Yapay gündem delisi medyamız da her gün, her saat “vaka sayıları” tartışması üretti durdu.
İşte vaka sayıları açıklandı. Ne oldu?
İnsanlar aklını başına aldı da sokaktan mı çekildi?
İstatistik bilimi zirve mi yaptı?
Covid 19 şikâyetleri mi azaldı?
Hastanelerdeki yoğun bakım yatakları mı boşaldı?
Sokaktaki insan, vaka sayısını öğrenince sonuçta ne değişti?
Yönetenlerin yönetilenlerden sakladıkları tüm bilgileri, vaka sayısının açık edilmesi üzerinden aklamış olduk.
Rahatladık.
Bu yaklaşımı her depremde de yaşıyoruz, medya fay hatları müfettişi kesiliyor.
Sonuç? Deprem oluyor, binalar yıkılıyor, insanlar ölmeye devam ediyor.
Diyeceğim o ki, akılla davranış arasındaki bağ kopunca işin dedikodusu kendisinden önemli hale geliyor.
Koronayla mücadeleyi tablodaki vaka sayılarına indirdik, bitti.
Vaka sayılarını öğrendiğimizden bu yana ölüm sayıları artmaya devam ediyor halbuki.
“Sonuç” odaklı bakan yok, varsa yoksa süreç.
Çünkü sonuç odaklılık, akıl ve davranış arasında bağ kurmak demektir.
“Koronayla mücadele” süreçtir yani zincirin kendisi, korona vakalarının bitmesi ise sonuçtur, zincirin ucuna bağlı olan.
Yeni dünya öyle bir yer ki, herkes kendisini kandırmaya pek meraklı, başkasının kandırmasına gerek kalmıyor artık.
BUDUR
Fatih Altaylı, Teke Tek programında, “Mars’taki enerji kaynakları”nı konuşurken bir izleyiciden şu soru gelmiş:
“Dünya pandemiyi, ekonomiyi konuşurken sen kimden emir alıyorsun da milletin kafasını bulandırıyorsun?”
Altaylı da açmış ağzını, yummuş gözünü.
“A be beyinsiz! Beyinsiz bile sana iltifat olacak” demiş, “Bunları konuşmadığın için elindeki avucundakini Katarlılara satıyor, Çin’den, Amerika’dan, Almanya’dan aşı bekliyorsun!”
Saymış da saymış.
Ben etik mümessili değilim, Fatih Altaylı’nın üslubuna bir şey demem.
Ve fakat.
Bin tane kanal ve program varken, hem Fatih’in programını izleyip hem de ona neyi nasıl yapacağı hakkında ahkam kesmek neyin kafası?
Bazen benim de başıma geliyor.
“Şu konuda yazmak varken neden bu konuda yazıyorsunuz” diyen.
Kimse kusura bakmasın, bu haddini aşmak. Kendini fazla önemsemek.
Ben internette yazıyorum. Okumaya mecbur değilsin, Instagram’da takip etmek zorunda değilsin.
Beğenirsen kalırsın, beğenmezsen gidersin.
O da olmadı, başkasına akıl vermek yerine oturup kendin yazarsın.
“HOCAM SELAM”
İsimlerini vermeyeceğim, genç bir öğretim üyesi Twitter’da kendisine “hocam selam” diye bir mesaj geldiğini belirtmiş, espriyle de eklemiş: “Ne yazayım, selam kanka mı?”
Bir profesör de bu twit’in altına öğrencilere akademik adap hatırlatması yapmış.
Twitter kanalizasyonunda linçe uğramışlar. Ülkemde durum bu.
Adap konusunda iki hocaya da katılıyorum ve el artırıyorum;
Bir, akademide edep ve adap, bilgiden daha önemlidir.
İki, hocalar ve öğretmenler sosyal medya hesabı kullanırken dikkatli olmalılar.
Üç, yeni tip eğitim anlayışının öğretenle öğreneni arkadaş gibi konumlaması abukluktur.
Dört, temel çizgi şudur: Bilgi sahibi olan bilgiyi öğreneni sever, öğrenen de öğretene saygı duyar.
Beş, üniversiteler, öğrencilere “müşteri” muamelesi yapar kutsarsa, öğrencinin de haddinin sınırlarında kafası karışır.
Altı, öğrencinin gerçek iktidarın siyasi koltuklar değil, bilgi iktidarı olduğundan habersiz olması acıklıdır.
Yedi, akademisyenler öğrencilere arkadaş muamelesi yaparsa olacağı budur. Hocalık tam zamanlı bir unvândır.
Sonu; Ben haddini aşan, akademik adaptan haberi olmayan öğrencilerimle diyaloğa girmem, onlar da bunu bilir ona göre davranır.
ZEYTİN AĞACI…
İlber Hocam demiş ki, “Zeytin ve zeytinyağı konusunda uluslararası markamız yok.”
Olmaz tabii, zeytin denince Hatay ayrı, Ayvalık ayrı, Milas ayrı takılıyor.
Hangi siyasetçi güçlüyse o bölgeye önem verilip, ortak bir politika üretilmiyor.
Değerli ürünlerimiz var, artı değerlerimiz yok.
Halbuki Türkiye’ye yeni bir isim ver deseniz, “zeytin ülkesi” derim.
Zeytin ülkesinde, zeytin bilinci kahvaltıdaki zeytin tabağından ibaret bir durum.
Ay ışığında altına uzanıp gümüş yapraklarına dalmayan bilmez, neden zeytin ağacı sonsuzluk ve hayat ağacıdır…
Bin yıllardan gelen vakar ve kimsesizlik bir arada durur gövdesinde, nasıl markalaşsın?
BENCE
Bir, National Geographic o kadar masum bir kanal değil.
Bu hafta belgesellerinin birinde “Güney Türkiye”den söz ettiler. “Güney Türkiye”de mağaralarda yarasalar varmış. Ve bir sonraki pandemi bu yarasalardan insanlara bulaşarak başlayabilirmiş!
İki, Sağlık Bakanlığı’ndan gelen mesajlarda artık güvenilirlik sorgulanır oldu. Covid 19 konusunda Bakanlık, Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’nu sözcü olarak atamalı.
Üç, Bülent Ersoy’un “kürklerini Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne bağışlayacağını” açıklama densizliğine ÇYDD’den okkalı bir cevap gelmeliydi.
Bunu Instagram’da yazdım, arkasından o cevap geldi, iyi de oldu.
Dört, Dünya Sağlık Örgütü’nün birçok uluslararası kurum gibi feshedilmesi gerekir.
Pandemi sürecinde sapır sapır dökülen DSÖ, en son “koronovirüs testi pozitif çıkanların altı ay boyunca hastalığa yakalanmayacağını” açıkladı. Ben biliyorum iki ay arayla tekrar yakalananları.
Beş, sporda erkeklere verilen önemin yarısı kadınlara verilseydi madalyalardan madalya beğenen ülke olurduk. İşte son örnek ritmik jimnastikteki kızlarımız.
Altı, entel Gonca Vuslateri ile arabesk Hakan Altun arasında aşk olur mu diyorlar, olur.
Zaten kadın entel, adam arabesk değil. Kaldı ki her kadın aşık olurken diploma ve akıl en geçersiz şeydir.
Yedi, etek boyu ile kültür arasında kıyaslama yapan Öykü Çelik’e, “Asıl olanın etek boyu değil de karakter boyu, zekâ boyu olduğu” söylenmeli.
AKLIMDA KALAN
Murathan Mungan’ın “Yalnız Bir Opera”sı: Aralık geldi. Kış başladı. Ve ben her kış başladığında aynı şiirin bu kısmını mırıldanırım:
“…Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz.
Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada
Bir şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilmeyen çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz.
Kış başlıyor sevgilim
Hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
Bir yaz daha geçti hiçbir sey anlamadan
Oysa yapacak ne çok şey vardı
Ve ne kadar az zaman
Kış başlıyor sevgilim
İyi bak kendine
Gözlerindeki usul şefkati
Teslim etme kimseye, hiçbir şeye
Upuzun bir kış başlıyor sevgilim
Ayrılığımızın kışı baslıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.
…”