Alev Alatlı 250 yıllık liyakat sorununu yazdı
Yazar Alev Alatlı, Türkiye’nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini Medya Analitik'e yazdı
Haysiyet haysiyeti inşa eder
Eğri oturup doğru konuşalım. En az 250 yıldır çözemediğimiz ağır bir liyakat sorunumuz var bizim. En bariz kanıtlarından birisi, 1700'lü yılların ikinci yarısında saltanat süren Üçüncü Mustafa’nın kaleme aldığı şu dörtlü:
”Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele; Devlet-i çerh-i deni verdi kâmu müptezele; Şimdi ebvab-i saadetle gezen hep hazele; İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem Yezel’e”. Günümüz Türkçesinde mealen, “Yıkılıp gitmektedir bu dünya; Sanma ki bizde düzele; Aşağılık felek tümden bıraktı devleti müptezele; Şimdi saadet kapılarında gezenler hepten alçaklar; İşimiz kaldı artık Allah’ın merhametine.”
Üçüncü Mustafa, mevzubahis devletse gerisi teferruattır ekolünden bir padişahtı. En ufak bir olumsuzlukta kelle almaktan kaçınmamasıyla ünlüdür. Buna karşın, liyakat meselesinin içinden çıkamamıştı. Nitekim Osmanlı donanmasının Çeşme’de yakılmasını (1770) önleyemedi ki bu olay gerileme devrinin simge hezimetlerindendir.
Gerçek şu ki, ister padişahlık, ister meşrutiyet, ister parlamenter sistem, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, uluslar bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüzsuyu hürmetine ayakta kalıyorlar. Sistem kendi başına bir değer değil, sistemin değerini onu çalıştıranların liyakatı belirliyor.
Öte yandan, 21. Yüzyılın durup bizim kendisine yetişmemizi bekleyecek hali de yok. Öyleyse, birinci önceliğimiz, iyileştirme girişimlerini zora koşan geleneksel laubaliliğimize bir son vermek olmalı. Laubalilik derken, emaneti ehline teslim etmek hususundaki gönülsüzlüğümüzden söz ediyorum. Muasır medeniyeti yakalayacağız diye asırlardır uğraşıyoruz. Buna karşın, liyakatı teslim etme bağlamında yeterinde özenli değiliz. Ciddiyetsiz, yüzeysel, hatta sorumsuz olabiliyoruz. Bu durum, iyileştirme çabalarımızı sakatlıyor, reform hareketlerini sulandırıyor.
“Accountability” kelimesinin dilimizde karşılığı yok. Oysa gıpta ettiğimiz çağdaş sistemlerin 13. yüzyıl Norman İngiltere’sinden itibaren gündeminde olan bu terim, “hesap verebilirlik ve sorabilirlik; hesap verme beklentisi ve alışkanlığı; suçlanabilirlik ve suçlayabilirlik” anlamlarına geliyor.
“Accountability” kamu yönetiminin, kâr amacı gütmeyen kurum ve kuruluşların, özel sektör yapılanmalarının, ticaret ve sanayi odalarının, hatta bireysel faaliyetlerin aslî düzgüsü olarak işlev görüyor. Milletvekilleri gibi seçilmiş ya da YÖK başkanı gibi atanmış etkin aktörler söz konusu olduğunda, “yapılan ve yapılmayan işler, alınan ve alınmayan kararlar, uygulanan ve uygulanmayan politikaların teyidi ile sorumluluğunun kabulü” anlamına geliyor.
Başta ahlâki, idari, siyasi ve eğitimsel olmak üzere sekiz tip “accountability”den söz ediliyor: “Ahlâki accountability” meslek odaları, dernekler, sendikalar, hayır kurumlar vb. kamuoyunu yönlendirme potansiyelini haiz sivil örgütlenmelerin davranışlarını tanzim eden dahili standartları mercek altına alıyor. Özellikle de sosyal alanda yaptıkları araştırmaların yöntemlerine ve olası toplumsal sonuçlarına ilişkin bilinç ve sorumluluklarını değerlendiriyor. Konferans, panel, sempoziyum gibi kamuya açık etkinliklerde sunulan tebliğlerin bütünlüklü, tartışılmaya ve eleştirilmeye açık olmalarını gözetiyor. “İdari accountability”, memurinin yaptığı ve yapmadığı işlerden sorgulanabilirliği esasına dayandırılıyor. Yasalar, yönetmelikler, bağımsız müfettişler, müeyyideler gibi denetim mekanizmalarının işlevselliğini değerlendiriyor.
“Siyasi accountability”, hükümetlerin, bürokrasinin ve politikacıların kamuoyuna, meclise veya parlamentoya hesap verme prosedürünün kapsamını genişletiyor. Önerilen projelerin uygulanabilirliklerinden öte, olası sonuçlarından da hesaba çekilebilir olmalarını talep ediyor. Olası sonuçlar, “outcome mapping” (“çıktı haritalama”) dedikleri kavramla izleniyor. Çıktı haritalama, bir projenin mali olabilirliğinden (fizibilete) öte, toplumda sehven veya teammüden yaratacağı değişikliklerin öngörülmesi, değerlendirilmesi ve paydaşların rızasının alınması anlamına geliyor. Kadim dostumuz ve Kapadokya Üniversitesinin kurucu öğretim üyesi Prof. Dr. Ziya Selçuk’un açtığı ufka sığınarak, “çıktı haritalama” kavramının özellikle de milli eğitim konusundaki önemine işaret etmek isterim. Şöyle ki, “çıktı haritalama” uygulaması eğitimde bir sorunu çözerken, yeni sorunlar yaratılmasını önlemeye yarıyor. Böylece, Milli Eğitim Bakanlığına itibar ve dolayısıyla itimat kaybettiren bitmez tükenmez iyileştirme projeleri ve dolayısıyla iki ileri bir geri sendromuna son vermek imkânı doğuyor.
Öte yandan, “accountability” kavramını hayata geçirmenin en temel aktörü öğretmen. Milli eğitimde iyileştirme girişimlerinden bahsetmek, kendisini tanıyan, şahsiyeti güçlü öğretmenler olmadan mümkün olmuyor. Öğretmen “bir üst akıl olarak” mutlaka devreye girmek durumunda oluyor. Gerçek şu ki, haysiyet haysiyeti inşa ediyor. Haysiyet sahibi öğretmen, özgürlük, sorumluluk ve adaletin kural olduğu ortamda yeşerebiliyor. Aksi halde, onun da zihni parçalanıyor, bu defa da yetişkinlerden ve otoriteden bizar olan öğrenci bağımsızlaşma yolunu farklı mecralarda aramaya duruyor. Milli Eğitim Bakanımızın “Eğitim sistemlerinin en acil ve öncelikli çalışma konusu öğretmendir. Bu mesele halledilmeden geri kalan hiçbir faaliyetin başarı şansı bulunmamaktadır” saptamasına katılmamak mümkün değil. Bir de, mevzubahis olan milli eğitim olunca, çok-paydaşlı bir alandan bahsedildiğini unutmamak gerekiyor. Felsefeden teknolojiye, ekonomiden, sanayiye, kültüre, ilahiyata kadar sayısız paydaşın “çıktı haritası”nın sonuçları üzerinde anlamlı mutabakat sağlanması yaşamsal oluyor. Öğretmen yetiştirme meselesinin acilen ele alınması ve evrensel (accountable) bir sistematiğe oturtulması gerekiyor.