Amerikan gazeteleri Türkiye'ye ne söylüyor?
Yeni Şafak yazarı mehmet acet, Türkiye ile ABD arasında yaşanan "vize" krizinin Amerikan basınına yansımalarını köşesine taşıdı.
New York Times'ın konuyla ilgili haberinden yola çıkarak, Reza Zarrab davasına değinen Mehmet Acet, “Amerikalılar, bir şey söylemek isteyip de söyleyemedikleri zaman, söylemek istediklerini Amerikan basınına söyletirler.” sözünü hatırlattı.
Acet yazısında şu ifadelere yer verdi;
"Rıza Zarrab dosyasını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı bir şantaj malzemesi olarak yürütmeye çalışan çevreler, kendi söylemek istediklerini New York Times muhabirlerine söyletmişler. Nasıl mı? Dosyanın içeriğini sızdırarak… Böyle yapınca, söylemek isteyip de söyleyemediğini, senin adına birileri söylemiş oluyor."
İşte o köşe yazısı;
- New York’tan gelen pis kokular
Tam da tahmin ettiğim gibi oldu.
Geçen yıl, Ankara’da zaman zaman oturup sohbet ettiğimiz, ABD’nin reflekslerini iyi ölçen bir güvenlik kaynağı, şöyle demişti:
“Amerikalılar, bir şey söylemek isteyip de söyleyemedikleri zaman, söylemek istediklerini Amerikan basınına söyletirler.”
İstanbul’daki ABD misyonunda görevli Metin Topuz isimli şüphelinin tutuklanması bağlamında, ‘asıl mesele’ nedir? ABD’liler bunu nasıl okudular? Vize yasağını koyarken dertleri ne? Bütün bu soruların yanıtını New York Times’tan öğrenmiş olduk.
Gazetenin önceki gün yayınlanan nüshasında, Patrick Kingsley ve Benjamin Weiser imzasıyla çıkan haberden söz ediyorum.
Haberi baştan sona okuyunca şunu kolayca anlayabiliyorsunuz:
Rıza Zarrab dosyasını Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı bir şantaj malzemesi olarak yürütmeye çalışan çevreler, kendi söylemek istediklerini New York Times muhabirlerine söyletmişler.
Nasıl mı?
Dosyanın içeriğini sızdırarak…
Böyle yapınca, söylemek isteyip de söyleyemediğini, senin adına birileri söylemiş oluyor.
Peki, bunun en kolay yolu nedir?
Basında ‘embedded/iliştirilmiş’ statüsü olan birileri üzerinden bu işi yürütmek.
SUÇLAMAK DEĞİL SUÇ UYDURMAK
Haberde şöyle bir ‘odaklanma’ olduğu görülebiliyor.
İstanbul’da ABD konsolosluk çalışanıyla ilgili yürütülen FETÖ soruşturması, New York’taki Zarrab dosyasına bir misilleme olarak gündeme getirildi.
Mesele, “Türkler, bu şekilde bu işi New York’taki dava ile eşitliyor” gibi bir cümle ile tersten sunulmaya çalışılsa da, yazının toplamı, “Bu, buralarda böyle anlaşılıyor” noktasına çıkıyor.
İstanbul’daki dosyanın böyle bir mantık üzerine oturtulduğu fikrine katılmasam da, bunun ABD’de bu işleri siyasi saiklerle yürüten çevrelerce böyle anlaşılması bana göre iyi bir şey.
Neden derseniz, onların bu mantığının çıktığı yer aşağı yukarı şöyle bir noktaya tekabül ediyor:
“Tam da Zarrab dosyasını Erdoğan’a karşı bir şantaj/tehdit malzemesi olarak kullanmak isterken, iş üstünde yakalandık. Olacak şey mi şimdi bu.”
Peki, dosya deyince, içi dolu, suçlamaları ciddi bir soruşturma ile karşı karşıya olduğumuzu mu düşünüyorsunuz?
Kafası karışıklar için tam da buradan devam edelim o halde.
Birincisi, haberde geçen “Dosyada yer alan tapeler” ifadesinden, FETÖ’cülerin 17/25 Aralık sürecinde biriktirdikleri ses kayıtlarını olduğu gibi Manhattan mahkemesine taşıdıkları anlaşılıyor.
İkincisi, habere göre, bazı kişilerin “Başbakan’dan talimat aldık” sözleri o tapelere yansımış.
Peki, ‘talimat’ denilen şey ne?
Bunu anlarsak, meselenin ne olduğunu da öğrenmiş olacağız.
Aslında biliyoruz.
Dosyanın ana konusu Türkiye’nin İran’la petrol karşılığı altın ve bir takım ticari faaliyetler yürütmesi.
Peki, Erdoğan neyle suçlanıyor?
New York Times haberine göre, o dönem Başbakan olan Erdoğan, Türkiye’nin ticaret açığının iyiye gitmediğini gördüğü için, İran’la bu türden bir ticaret yöntemine geçilmesi talimatını veriyor.
Yani başbakanlık görevini yürüten herhangi bir ismin, ülke ekonomisini düşünerek atabileceği herhangi adımdan bir tanesi.
Peki, burada yasal olmayan bir konu var mı?
Sözün burasında Erdoğan’ın kendi sözlerini hatırlayalım.
Eylül başında Manhattan Mahkemesi, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’la ilgili tutuklama kararı çıkarınca, bu konu Erdoğan’a sorulmuş ve Cumhurbaşkanı “Bu işlerin arkasından çok pis kokular geliyor” demişti.
Aynı açıklamasında Erdoğan, İran’la yürütülen ve şimdi üzerinden suç üretilmeye çalışılan konuyla ilgili de gayet açık konuşmuştu:
“Neymiş? Türkiye, İran ile ilgili yaptırımları delmiş.
İran’a herhangi bir yaptırım uygulama kararı ülke olarak almadık ki.
Bizim İran ile ikili ilişkilerimiz var, hassas ilişkilerimiz var.
İran’dan biz özellikle doğalgazımızın, petrolün bir kısmını alıyoruz.”
Peki, buradan nasıl bir anlam çıkıyor?
“ABD’nin İran yaptırımına Türkiye, birebir ayak uydurmak zorunda değil.”
Erdoğan, bu sert sözleriyle aslında şantaja/tehdide gelemeyeceğini ortaya koymuş, bunu tam da böyle anlayan ABD Başkanı Trump da ertesi gün hemen kendisini aramıştı.
Peki, ABD, kendisi durumdan vazife çıkartıp “Bizim ambargomuzu deliyorsun” diyebilir mi?”
Erdoğan’ın açıklamasında bunun da bir yanıtı var:
“Biz bunu o zaman kendilerine de söyledik. Biz, burada bir yaptırım içerisine girmeyiz.”
Bu ne demek oluyor?
Erdoğan, zamanında İran’la yürütülen ‘ticaret yöntemi’ konusunda ABD yönetiminin en tepesini de bilgilendirmiş ve buna bir itiraz da gelmemiş.
OSLO’YU YARGILAMAK NEYSE BU DA O
Peki, toplamda karşımıza çıkan tablo nedir?
Birincisi, 27 Kasım’da duruşması yapılacak olan Zarrab dosyasını yürütenlerin tarzının, FETÖ yöntemleriyle ‘niyet kardeşliği’ içerisinde olduğu kolaylıkla görülebiliyor.
İkincisi, FETÖ’nün Oslo sürecini yargılama konusu yapması meselesi neyse bu da, öyle bir şey.
Üçüncüsü, Türkiye’nin egemenlik haklarını doğrudan saldırı altına aldığı için aslında Erdoğan değil Türkiye Cumhuriyeti hedefte.
New York Times’taki haber metninde, “Erdoğan’ın yaptığı ‘vatanseverliğin’ ötesinde bir şey olabilir” gibisinden bir cümle var.
Oysa yönettiği ülkenin ekonomisi sıkıntıya girdiği için buna çareler arayan, o çareyi de kendi ülkesinin egemenlik haklarını gözeterek kullanan bir başbakanın bu yaptığı, vatanseverliğin ne kadar ötesinde bir şey olabilir, takdirlerinize bırakayım.
**************
Haritadaki o nokta ve çocukluk hayalleri
Ortaokulun son sınıfında, dünyanın çeşitli yerlerinden Almanca öğrenen çocuklar için Alman hükümeti tarafından düzenlenen uzun bir geziye katılmıştım. Dil konusunda fena sayılmazdım, sanırım o nedenle okuldan ödül mahiyetinde benim gitmemi kararlaştırmışlardı.
Uzun bir seyahatti. 4 hafta boyunca birbirine hiç benzemeyen coğrafyalardan gelen çocuklar çeşitli kentlerde dolaşıp son olarak 1’er hafta da Alman ailelerin yanında kalacaktık.
Münih’ten Berlin’e, Essen’den Köln’e yaptığımız yolculuklar dün gibi aklımda... İlk kez aileden bu kadar ayrı kalış, hem de çok farklı ortamlarda ayrı kalış beni o 4 hafta içinde birkaç yıl kadar büyütmüştü. Yaşadıklarımız bir çocuğun gözünden mucize gibi bir şeydi...
O seyahatte dünyanın unuttuğu bir yerden bir kızla tanışmıştım: Chrislene... La Reunion’luydu. Madagascar’ın biraz altında küçücük bir nokta gibi görünen Fransız sömürgesi bir ada. Çok yakın arkadaş olduk, yıllarca mektuplaştık. Onun bana uzak dünyasını öyle merak ederdim ki ne zaman fırsat bulsam haritayı önüme koyar La Reunion’a bakarak hayaller kurardım. Sonra bir gün aklıma fotoğraf istemek geldi. Haftalarca bekledim. O bekleyişin sonunda merakımı giderecek mektup geldi sanırken... Mektubun içinden La Reunion diye bir sualtı resmi çıkmasın mı! O sıralar elimin altında internet de yoktu ki... Yıllarca “merak etmek” = “uzak adalar” demek oldu benim için.
Burası başka bir dünya olabilir mi?
Peki bu eski defterleri niye açtım? Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haber yüzünden. Haberde dünyanın en “yabancı” köşelerinden biri olan St. Helena Adası’na uçak seferleri başladığı söyleniyordu. Öyle bir yer ki tek ulaşım Güney Afrika’dan gemiyle 3 haftada mümkünmüş! Şimdi haftada bir uçak seferi sayesinde Johannesburg’dan Nijerya aktarmalı gidilebilecek bu adaya. Nasıl bir yer olabilir ki? Yalnızca 4 bin 500 kişinin yaşadığı, herkes ve her şeyden ayrı, dünyayı ardında bıraktığın bir kara parçası...
St. Helena bana yıllarca peşimi bırakmayan merakımı anımsattı. O merak La Reunion’a değil ama yıllar sonra Galapagos’a götürmüştü beni. Onlarca endemik canlı türünü çok ilginç bir coğrafyada görmek elbette unutulmaz bir deneyimdi ama hemen yanı başında her yerde rastlanan pizzacılar, hamburgerciler görmek içimdeki meraklı çocuğu biraz öldürmüştü açıkçası... St. Helena o çocuğu yeniden diriltti.