Her seçim sabahı Türkiye yeni bir döneme uyanıyor diye başlıklar atılır. Bu kez kelimenin tama manasıyla bu olacak. Son birkaç yıldır öyle şeyler yaşandı ve öyle bir dönüşümden geçildi ki biz içinde yaşayanların bunu net olarak değerlendirebilmesi oldukça güç. Belki yıllar sonra bu dönemin tam bir analizi yapılabilecek, üzerine yazılıp çizilebilecek ve bizler de bir kez daha “ya hu neler yaşamışız” diyeceğiz. Yine de bu analizlerin ortak bir tespiti olacağını söylemek mümkün; o da 24 Haziran seçimlerinin bu sürecin finali ve yeni Türkiye’nin başlangıcı olduğu.
Elbette Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin galibini 25 Haziran sabahı öğreneceğiz. Bununla birlikte şu anda kazanmaya en yakın aday (ki henüz galiba başka aday da çıkmadı) Tayyip Erdoğan. Şayet büyük bir sürpriz yaşanmazsa Türkiye önümüzdeki 5 yılı Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nda geçirecek. Elbette özellikle jeopolitiğin öne çıkması ile dış politika ve savunma daha uzun süre yönetimin en önemli meselesi olmaya devam edecek ancak önümüzdeki dönemde ekonominin de bunların yanına ekleneceğini düşünüyoruz. Zaten siz unutsanız da, gündemin gerisinde kalsa da, ekonomi kendini çok kolay hatırlatıyor.
Seçime giderken ekonominin genel görünümüne dair kanaatlerimizi önceki yazıda paylaşmıştık. Özellikle gerekçeler arasında ekonominin gösterilmesini çok isabetli bulmadığımızı bir kez daha hatırlatalım. Bunun yanında seçimin hemen arkasından ekonomi ile ilgili çok önemli kararların alınacağı bir sürecin başlayacağını da ekleyelim. Bunun sebebi ekonomide bir kötüye gidişi engellemek vb olmayacak. Sebep ekonomi yönetiminde bir paradigma değişikliği olacak. Zaten bir süredir işaretlerini gördüğümüz değişimin seçimin hemen ardından ikili yapının ortadan kalkması ile hızlanacağını ve Cumhurbaşkanı’nın yaklaşımının tamamen hakim hale geleceğini düşünüyoruz.
Peki nedir bu dönüşüm? Yazının bundan sonrasını biraz iddialı bulabilirsiniz ama bazen risk almak gerekiyor. Öncelikle şu tespit ile başlayalım. 2002 yılında Ak Parti iktidara geldiğinde Türkiye tarihinin en büyük finansal krizini yaşıyordu. IMF ile yapılan anlaşma ile beraber nerdeyse tamamen finansal alana yönelik tedbirler alınmıştı. Merkez Bankası bağımsızlığından, BDDK’nin ve diğer bağımsız düzenleyici kurumların oluşturulmasına, yüksek faiz dışı fazlanın olduğu bütçelerin hazırlanmasından, tarım desteklerinin düzenlenmesine kadar oldukça yaygın ve kısıtlayıcı kararlar alındı ve uygulandı. Amaç finansal istikrarın sağlanması idi. Zira finansal istikrarla beraber ekonominin diğer alanlarında da hızlı bir düzelmeye gidileceği düşünülüyordu. Aslında bir ölçüde başarı sağlandı. Açıkçası finansal krizi aşmanın başarı ölçütü yine finansal parametreler olduğu için, o parametrelerdeki iyileşmeler uygulanan programın da başarısını gösteriyordu. Tabii ki reel sektör tamamen ihmal edilmiş değildi. Ancak şunu tespit etmek gerekir ki reel sektöre dönük yapılanlar, Başbakan olarak Tayyip Erdoğan’ın inisiyatifi ile - uygulanan program (ve uygulayıcıları) engel teşkil etmesine rağmen- gerçekleştirilebilmiştir. Özellikle alt yapı, sağlık ve sosyal alanlardaki büyük atılımların bir IMF programı altında yapılabilmiş olması not edilmesi gereken önemli bir başarıdır. Elbette bu dönemde reel sektör de büyük bir gelişim göstermiştir. Bunda finansal istikrarın payı yadsınamaz ancak onun yanına “yüksek faiz-düşük kur” politikası ile dışarıdan gelen sermaye akışının payını da eklememiz gerekir. Öyle ki firmaların (ve hatta bireylerin) TL ile borçlanmak yerine döviz ile borçlanmayı tercih ettikleri ve nispeten ucuz maliyetli bu kaynak ile yatırımlarını finanse ettikleri bir dönem yaşandı. Söylediğimiz gibi başarı ölçütleri finansal olduğu ve reel sektör bu kaynak girişi sayesinde “sıkılaştırma”dan nispeten az etkilendiği için tablo oldukça olumlu idi. Ancak bu olumlu tablo var olan sistemin verdiği zararları da bir miktar gizliyordu. Özellikle düşük kur üretim tarafında ara malı, ham madde, makine teçhizat vs alanlarında ithalatı çok daha avantajlı hale getirmiş ve bu çerçevede üretim tarafında yapısal hale dönüşmek üzere olan bir probleme yol açmıştır.
Cumhurbaşkanımızın Başbakan olduğu dönemde de, özellikle 2008 yılından sonra yüksek faizlerden şikayetçi idi. Aslında tercihini daha önceden çoğu kez belli etmişti ancak 2008 sonrası (IMF ile anlaşmayı devam ettirmeyerek) bunu yüksek sesle dile getirmeye başladı. Fakat finansal istikrar konusunda “duyarlı” olan çevreler her seferinde Merkez Bankası’nın bağımsızlığını ve bunun ekonomi için önemli bir “çıpa” olduğunu hatırlatıp durdular. Açıkçası 2010 yılından bu yana Erdoğan ile bu çevreler arasında süregelen bir gerilim olduğunu tespit etmek gerekir. Yeri gelmişken şunu ifade edelim; ekonomi yönetimi 2010 yılından sonra “yüksek faiz-düşük kur” politikasının bir miktar gevşetip, üretimi ve istihdamı daha fazla dikkate alan bir politika değişikliğine gidebilirdi ve doğrusu da bu olurdu. Dönemsel olarak bazı uygulamalar yapılmadı değil ancak bunların neredeyse tamamı, Erdoğan’ın Başbakan olarak yaptığı uyarılar ve müdahaleler sonucu gerçekleşti. Erdoğan’ın bu hamleleri çoğu zaman bağımsız kurumlara müdahale olarak algılandı, algılatıldı. Artık bazı normların ekonomide “çıpa” olarak servis edilmesinin ötesine geçilip, nerdeyse kişiler ekonomik “çıpa” haline getirilmişti. Bir ölçüde kurgulanmış diyebileceğimiz bu ortam Erdoğan’ın Başbakan olarak özellikle ekonomi alanında düşündüğü doğruları tam olarak hayata geçirmesine mani oldu. İlgi ve bilgi alanımız olmamakla beraber siyaset ve dış politika alanlarında da benzer bir tablonun olduğunu ve Başbakan Erdoğan’ın 2010 yılından başlayarak bu alanlarda çizilen çerçeveyi kırmaya başladığını düşünüyoruz. Türkiye’nin sonrasında yaşadığı (gezi olayları da dahil) bir çok olayın bundan kaynaklandığı bugün daha da iyi anlaşılmıştır. İşte benzer bir süreci bir süredir ekonomi alanında da yaşıyoruz. Tabii ki geçmişten gelen bazı hataların da yaşanan olumsuzluklarda payı var ve bunu inkar edemeyiz. Lakin Erdoğan’ın özellikle Cumhurbaşkanı olduktan sonra “çizilen çerçeve”nin dışında bir ekonomi anlayışı olduğunu çok daha net bir şekilde dile getirmeye ve bunu sahaya yansıtmaya başlaması ile birlikte özellikle dış kaynaklı olumsuzluklar hızla artmaya başladı. Bunun sebebi tabii ki sadece hakim ekonomi anlayışının değişme ihtimali değildi. Açık ki daha derinde ve politika ile iç içe geçmiş nedenleri vardı ancak ona bu yazıda giremeyeceğiz.
Türkiye bir süredir doğrudan ülkeyi hedef alan bazı ekonomik manüplasyonlarla karşı karşıya. Bir yandan bu ataklar ile mücadele edilirken bir yandan da hakim anlayışı sürdürmek isteyen ve içinde bulunulan ortamı da bu amaçla kullanan çevrelerle de uğraşmak gerekiyor. 2017 yılındaki inanılmaz performans ortadayken her seferinde döviz kurları, dış sermaye ihtiyacı vb öne çıkarılıyor ve buradan bir baskı yaratılmaya çalışılıyor. Cumhurbaşkanı’nın bunlara verecek cevapları var ancak şu anki yönetim biçimi ile belli ki bunları bir kısmını içinde saklıyor. Ancak bir yandan da aklındaki paradigma değişikliğinin hazırlıkları belli ki yapılıyor. Bu gerginliği 2019 yılının sonuna kadar sürdürmektense sistemin bir an evvel değişecek olmasını önemli bir fırsat olarak görmemizin sebebi budur.
Herhalde yazının şimdiye kadarki kısmından ekonomi alanında bizi 24 Haziran sonrasında neyin beklediği anlaşılmıştır. Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın kendi anlayışını tam olarak uygulayacağı bir döneme giriyor. Siyaset ve dış politikadaki duruşunun bir benzerini ekonomi alanında da göreceğiz. “Öğretilmiş doğrular”ın sorgulandığı, alternatif bakışın öne çıkacağı ancak serbest piyasa ve girişimcilikten hiçbir tavizin verilmeyeceği bir yeni dönem başlayacak. Bizim de bu dönemde yapılmasının doğru olduğunu düşündüğümüz bazı hususlar var ve bunları dile getireceğiz. Ancak bu yazıda tespit yapmanın ötesine geçmemeyi tercih ediyoruz.
Yanlış anlaşılmalara yol açabilme riskini de alarak (ki nasıl olsa düzeltme fırsatımız olur) şöyle bir özet ile yazıyı bitirelim. 2002 yılından bu yana ekonomi yönetiminde finansal istikrar veri olarak kabul edildi ve kalan her şey bu kısıt altında optimize edildi. Buna ekonomi yönetiminin yapısı da dahil. Örneğin istihdamda belli bir iyileştirmeye yol açabilecek bir kararın finansal istikrarda risk oluşturduğu kanaati dahi hasıl olsa bu karar tartışılmıyordu bile. İşte 24 Haziran’dan sonra bu değişecek. Finansal istikrarın yanına istihdam ve üretim de gelecek. Herhangi biri diğerine öncelenmeyecek ve ikisini de gözeten politikalar oluşturulmaya çalışılacak. Tabii ki finansal istikrar risk edilmeyecek ama her seferinde üretim ve istihdamın feda edilmesi yerine farklı çözüm yolları aranacak. Sonuç olarak nispeten zor ama hayırlı bir yola girilecek.