Halide Edip’e göre “İsmet Paşa; Kendini tamamıyla Gazi’nin emrine adayan ve sadece herkesi asmak isteyen biridir. Şüphesiz İsmet, karakterinde sertlik olan birdir. Gazi ile imrenilir bir birliktelik oluşturmaktadırlar. İsmet her zaman için reformların icracısı olmamış, fakat zaman zaman şefinden daha reformcu da olmuştur.”
Halide Edip tespitlerinde galiba haksız değildi.
Cumhuriyeti’n ilk yıllarının kendine özgü bir hikâyesi vardır.
Milliyetçilik ve Laiklik Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel esasları olmuştu.
Gerçi Celal Bayar’ın beyanına bakılacak olursa milliyetçilik komünizme, laiklik ise ümmetçiliğe karşı ihdas edilmiş şeylerdi.
Celal Bayar sözlerinde muhakkak ki doğruydu.
Zira;
Türk milletinin karakteri yüksekti.
Türk milleti çalışkandı.
Türk milleti zekiydi.
Ve İsmet Paşaya göre memleketteki herkes Türkleştirilmeliydi.
1925 yılında Ankara’da önemli bir toplantı gerçekleştirilmişti. Toplantıya Türk Ocakları diye bilinen ve Türkiye sathında teşkilatlanmış bulunan cemiyetin vatanperver muayyen temsilcileri iştirak etmişti. Türk milliyetçiliği fikrinin yuvası olan bu ocakların Türkiye genelindeki toplam şube adedi 135 kadardı.
ABD vesikalarındaki değerlendirme şekline göre bütünü ile Türk olan ve sadece yerli ve milli olmayıp aynı zamanda kendi yerli ve milli pusulasına da sahip bulunan bu İslamcı ve Turancı hareketler milliyetçiliğin yeni bir formuna bürünmüştü. Ocaklar, hususiyle Türk ırkının üstünlüğünü savunmanın yanında Türk kültürünün gelişmesini de önemsemekteydi. Herkese vatanseverlik, seküler eğitim ve kendisine saygı duyma duygusunu kazandırmaya çalışmaktalardı. Bu nedenle mevcut politikaları dar ve müsamahasız olarak değerlendirilebilirdi.
Ocak temsilcilerinin yer aldığı söz konusu toplantıya Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal de iştirak etmiş ve bir de konuşma yapmıştı. Paşa, konuşmasında şu ifadelere yer vermişti:
Türk Ocaklarının tamamı batı beldelerinde yoğunlaşmıştır. Hiçbirinde olmadığı doğu beldeleri bugün cezalarını buluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği devrim Türk Ocakları ile sürdürülmektedir. Doğu’daki ayaklanma mutlu bir şekilde bastırıldı. Bu mücadele, Cumhuriyetçi ideal için bir mücadele olarak bilinecek. Türk tarihinde ilk defa askerlerimiz bir ideal ve asil bir amaç uğruna savaştılar. Kar bir metre derinliğinde olmasına rağmen, askerlerimizin hepsi savaşa hazırdı ve neşeyle savaştı.
İsmet Paşa da aynı vesileyle toplantıda şu ifadeleri sarf etmişti:
Açıkçası milliyetçiyiz. Bu gerçeği yurtiçinde ve yurtdışında ilan etmemizi engelleyecek hiçbir korku düşüncesi artık yok. Milliyetçilik tek kaynaşma unsurumuzdur. Diğer (ırksal) unsurlar, Türk çoğunluğun karşısında hiçbir etkiye sahip değildir. Ne pahasına olursa olsun bu ülkeye ait olanları Türkleştirmeliyiz. Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkan unsurları yok edeceğiz.
Millete hizmet etmek isteyenlerde arayacağımız esas nitelik, Türk ve Türkçü olmalarıdır. Bizi dini inançlara karşı ilgisizlikle suçluyorlar. Dini silah olarak kullanarak bizimle mücadele edenleri ezeceğiz.
Ocaklar bu eğilimlere karşı savaşmayı sürdürecektir. Ocaklar ne kadar zorlukla karşılaşırsa o kadar cesur hale gelir. Ulusal akım kesinlikle yolunu bulacaktır. Serbest geçişe izin verilmelidir.
İsmet Paşa 1925’lerde bu çerçevede iyi bir Türkçüydü. Türkperverliğine kimsenin diyebileceği bir şey yoktu. Yine yaptığı bir konuşmada o; “Görevimiz memleketteki herkesi Türkleştirmektir” diyordu.
Mustafa Kemal’in, Türkiye'de Cumhuriyetçi devrimin Türk Ocakları’na dayandığına dair açıklamasını ve İsmet Paşa'nın “idari açıdan Türkçülük ilkesinin başka bir düşünceye feda edilemeyeceği” şeklinde devam eden beyanını, Mehmet Asım dönemin mevkutesi Vakit gazetesinde “Türkçülük Politikası” başlığı ile kaleme aldığı yazısında şu suretle tefsir ve şerh etmeye ihtiyaç duymuştu:
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra yeni Türkiye’yi kuran milli liderlerimizin genel politikamızın temeli olarak “milliyetçilik ilkesini” benimsedikleri genel olarak bilinmektedir. Milli mücadelemizin hedef ve amacını bu ilkeye dayandırmışlar ve iç yönetimimizde öncü slogan olarak aynı ilkeyi benimsemişlerdir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Türkçülük politikasının izlenmesi daha önce hiçbir zaman bugün olduğu gibi bu kadar açık ve kesin bir şekilde sergilenmemişti.
Cumhurbaşkanının, Türkiye'de Cumhuriyetçi devrimin Türk Ocaklarına dayandığına dair yakın tarihli bildirisi ve İsmet Paşa'nın idari açıdan Türkçülük ilkesinin başka bir düşünceye feda edilemeyeceği açıklaması Türkçülük politikasına verilen önemi ifade etmek bakımından yeterli olacaktır…
Sonuç olarak, Türkçülük ilkesi yeni Türkiye'de tüm siyasi düşüncelerin üzerinde tutulur. Bu nedenle Türkiye'de yönetimde bulunan şahısların yegâne amacı Türklerin korunması ve refahının sağlanmasıdır. Türk ulusal hudutları içindeki her şeyin Türk olduğu ve bu şartları kabul etmeyenlere yer olmadığı tüm dünyanın zihnine işlenmelidir.
A. Benaroya, İstanbul gazetesinde kaleme aldığı yazısında Türk Ocakları toplantısında İsmet Paşanın yapmış olduğu konuşmadaki hususiyle “Millete hizmet etmek isteyenlerde arayacağımız esas nitelik, Türk ve Türkçü olmalarıdır” cümlesine atıfla diyordu ki:
İsmet Paşa, geçen gün Türk Ocakları heyetleri huzurunda, bizim görevimiz bizimle yaşayan herkesi Türkleştirmektir dedi.
Bu ifadeler Lozan'da Büyük Devletlerin huzurunda kendilerine (Yahudilere?) duyduğu itimat ve güveni ilan eden bir devlet adamın, içinde tehdit edecek hiçbir şey olmayan, ağzından çıkan sözlerdir. Kolayca etkilenen zihinlerin rahatlamasına izin verin.
Benaroya veya daha başkaları rahatsızlıklarını izhar edip örtülü bir surette tehditler savursa da İsmet Paşa Amerika'nın keşfi yıldönümü dolayısıyla İspanya Kralına bir kutlama telgrafı gönderip bağlılık sempatilerini kendisine izhar etmiş bulunan ve İstanbul’da yaşamalarına rağmen hala İspanyolca konuşmaya devam eden bir kaç yüz Türk Yahudi’sinin oluşan siyasi gerginlik üzerine ziyaretine gidip “yanlış anlaşıldık” mazeretinde bulunan Yahudi temsilcilerinden oluşan heyet üyelerine Türkçe öğrenmeleri ve hatta ibadetlerini dahi Türkçe olarak yapmaları tavsiyesinde bulunmuştu.
Muhakkak ki Cumhuriyet’in ilk yılları, Türk unsurunun özellikle öne çıkarıldığı, Türk olmayanların ise devlet memuriyetinden uzaklaştırıldığı zamanlardı.
İzlenmekte olan söz konusu siyasetten ötürü Burhan Belge 1945'te Ankara'da bulunan ABD Büyükelçiliğine gitmiş, Türkiye'deki mevcut idari uygulamalardan şikâyetçi olmuş ve: “Efendim azınlıklar devletin her kademesinde, siyasi makamlarda, askeriye, dışişleri her yerde yer almalılar, rica ederim, yardım edin” demişti.
Bu yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni, karadan ve havadan gelebilecek her türlü fenalıktan muhafaza etmek hem esas hem de lazımdı.
Dönemin basınında yer alan bir makalede Yeni Türkiye'nin düşmanları; Hilafet, Saltanat, Feodalite ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile uzlaşmayan her şey.... şeklinde sıralanmıştı.
Diğer taraftan ise Lord Cromer "İslam reforme edilemez, edilirse o başka bir şey olur" dese de Türkçe ibadet için hazırlıklar yapılmaktaydı…
İstiklal Mahkemeleri ise belki de Türkiye’de en yoğun surette çalışan bir tutum sergilemekte ve nev-i şahsına münhasır bir kurum olarak mevcudiyeti her geçen gün şanı yücelerek sürmekteydi…
ABD’nin Ankara elçisi ülkesine gönderdiği bir raporda; “Şu anda yeni Türkiye’de bambaşka bir eğilim hüküm sürüyor, mutlak rejim Anayasa’yı Şeriat’ın üstüne koymak istiyor. Bu devasa bir görevdir. Hristiyanlığın tersine İslam, salt manevi bir misyonla yetinmez, moda, saçları tarama ve yıkama gibi insan hayatının en küçük eylemini dahi düzenler” demekteydi.
Yıl 1925 olsa da bir zamanlar Sultan II. Abdülhamid sansüründen şikâyet edenler adını duymak bile insanın terleyip horlamasına kâfi gelen İstiklal Mahkemeleri eliyle, içerisinde halkı silahlanmaya kışkırtan resim olduğu gerekçesini ileri sürerek, Resimli Haftanın neşriyatına son vermişlerdi. Mevkutenin editörü Zekeriya Bey ve hikâye yazarı Cevat Bey 3 yıl hapis ile cezalandırılmışlardı.
Bu yıllarda Şeyh Said isyanı, ifade edildiğine göre, 12.000 asiye karşı 36.000 askerle bastırılabilmişti. İsyanın sebebi bira tarafa, maliyeti, Nisan sonu itibarıyla, 10.000.000 doları bulmuştu. 1925 yılı bütçe açığı ise 46.000.000 liraya ulaşmıştı.
O zamanki yıllarda havalar bugünler ile hiç kıyaslanmayacak derece bir hayli sert, kışları ise oldukça çetin bir surette geçmekteydi.