Türk-ABD ilişkileri 1830 yılına kadar eskilere uzanır.
Bu tarihte Ticaret ve Dostluk Antlaşması ile başlayan münasebetler, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’na rağmen zarar görmemiş ve Lozan Konferansı’na kadar devam etmiştir.
Lozan Konferansı sonrası ise Türk-ABD ilişkileri yenilenmiş bir Ticaret ve Dostluk Antlaşması ile daha bir evrilmiş surette yoluna devam etmiştir.
Okyanus ötesindeki bu ülke siyasi münasebetler ilk zamanlar Osmanlı lehine bir seyir takip etmişse de Monreo Doktrini’nin ehemmiyetinin kalmadığı bir zaman dilimi içerisinde durum aksi bir hal kazanmaya başlamıştır.
Bu durumun en bariz örneklerinden birisi olarak ABD, öncelikle diğer bir kısım devletler gibi Büyük Devlet olmanın simgesel tezahürü olarak yorumlanan diplomatik temsilde Büyükelçilik düzeyine yükselmek için gambot metoduna başvurmaktan geri kalmamıştır.
Kendisine tanınan imtiyazlar dâhilinde Osmanlı ülkesinde ve hususiyle Anadolu’da açtığı onlarca okul ile de “Anadolu’daki Amerika”yı inşa etmiştir.
1815’lerden itibaren ABD tarafından Anadolu’da bölgelere ayrılmış bir surette muhtelif eğitim, sağlık ve hayır kurumları açılmıştır. Görünürde hiçbir karşılık beklemeden insaniyet aşkına binlerce doların sarf edildiği, onlarca, yüzlerce talimli bay ve bayan öğretmenin Anadolu’nun azınlık unsurlarına, sonrasında ise azınlıklarla birlikte eğitim alma arzusu duyan Müslümanlara hizmet veren bu kurumlar ABD için altın ve petrolden daha değerli ve korunması gereken hakikaten önemli kuruluşlar olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı’nda bütün dünya hayatta kalmak için mücadele edip, kafalarına ve hanelerine düşen top güllelerine yahut havada uçuşan kurşun yağmurlarına karşı direnseler ve korunsalar da milyonlarca insan ölmüş, binlerce, yüzbinlerce insan sakat kalmış yahut kaybolup gitmişken Osmanlı coğrafyasındaki bir tek misyoner okulu ve kurumu mensubunun burnu kanamamıştır.
Bunun böyle olmasında ABD’nin bu kurumları koruma azmi belirleyici olmuştur. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmiş ve Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Almanya’ya savaş ilan etmiş olmasına rağmen Osmanlı Devleti ile savaşmamış bulunmasının nedenlerinden birisini sadece ve sadece Anadolu’daki söz konusu eğitim kurumlarını himaye etme arzusu teşkil etmişti.
Savaşın, insan, hayvan, şehir yahut köy ve kasaba her bir şeyi özü, yüreği ve bütünüyle cayır cayır yakıp yok ettiği bir sırada söz konusu ABD misyoner teşkilatı mensupları Anadolu’da, Suriye’de ve daha başka yerlerde son derece rahat bir surette faaliyetlerini sürdürebilmiş ve seyahatlerini gerçekleştirebilmişlerdi. İçlerinden hiç birinin ne kılına dokunulmuştu ne de herhangi bir zarar görmüşlerdi.
Anadolu’da bulunan ABD eğitim kurumlarının emniyetini Talat Paşa, Suriye vilayetindekilerin güvenliğini ise Cemal Paşa üstlenmişler ve ABD’ye sözler verilmişti. Buna karşılık ABD de Türkiye ile fiili olarak savaşa girmemişti.
ABD Türkiye ile savaşa girmemişti ama Anadolu’da, Suriye’de ve dahi başka yerlerde bahsi geçen kurumlarda görev yapanlar vasıtasıyla memlekette neler olup bittiğini rahatlıkla öğrenebilmişti.
Milli Mücadele yıllarında ise başta Mustafa Kemal ve Ali Fuat Cebesoy olmak üzere Anadolu’daki ABD kurumlarına herhangi bir zarar gelmeyeceği konusunda sağlam vaatlerde (1920) bulunulmuştu.
Pek tabii ki her türlü taahhüt ve korumaya rağmen kazara da olsa zarar gören ABD misyoner kurumları yok değildi. Bu anlamda İzmir’de olup zarar gören söz konusu teşkilatın şubeleri için yeni Türk devleti, paraya muhtaç bir halde olmasına rağmen, terettüp eden 100.000 dolar tazminatı taksit taksit ödemek zorunda kalmıştı.
Lozan Konferansı hiç şüphesiz ki Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda bu konferans ABD ile ilişkilerde de yeni bir dönemin de başlangıcını teşkil etmiştir.
ABD’nin Lozan’a davet edilmesini doğru bulmayıp İsmet Paşa ilk zamanlar aleyhte açıklamalar yapsa da bir kaç gün sonra ABD temsilcileri ile pek çabuk dost oluvermişti.
Türkiye, ABD ve Rusya heyetleri Konferans’ta tam bir dayanışma içine girmişlerdi.
Bu dayanışmanın Türkiye adına pek tabii ki bir bedeli olacağı muhakkaktı. Uluslararası ilişkiler ve hele hele ABD gibi emperyalist bir devletin, bire karşı iki katını almadan iş yapmayacağı kesindi. Netice itibarıyla hakikaten de öyle olmuştu.
Lozan Konferansı’nda ABD’yi temsil eden heyetin lideri Mr. Joseph C. Grew ile yine konferansta Türkiye’yi “tam yetkili” sıfatıyla temsil eden İsmet Paşa arasında konferansın hemen akabinde, 6 Ağustos 1923’te, 1830 tarihli Dostluk ve Ticaret Antlaşmasını bir anlamda yenileyen yeni bir antlaşma imzalanmıştı.
Gerçi bu anlaşma ABD’deki Ermeni lobisinin hiddet, şiddet ve örgütlü bir surette hareket etmeleri neticesi birkaç yıl onaylanmadan beklemiş, sonuç itibarıyla da ABD Senatosu tarafından çoğunluk sağlanamadığı için kabul görmemişti.
Oysaki bu antlaşmanın onaylanmasını Bristol’un isteği üzerine Lozan müzakerelerinin ilk turuna danışman olarak katılmış bulunan Robert Koleji Müdürü Calep F. Gates çok istemişti.
Toplamda 32 maddeden meydana gelen bu antlaşmanın ilk 22 maddesinin içeriğine dair elde belgeli bilgi bulunsa da sair maddelerinin muhtevası araştırmacılara açılmış olan ABD belgeleri arasında mevcut değildir.
Söz konusu antlaşmanın maddeleri yeni Türkiye’de ABD’nin en ziyade kayırılan devlet olarak faaliyet gösterebileceği alanları tadat etmekteydi.
1923 Antlaşması kabul edilmeyince her şey kaderine terk edilmiş de değildi. ABD ve Türkiye aralarındaki diplomatik ilişkileri yeniden ve resmi bir surette kurmak ve söz konusu kurumların istikbalini ve ABD’ye sağlayacakları hizmetleri garanti altına almak üzere yeni bir Dostluk ve Ticaret Antlaşması imzalamışlar, ancak bu defa bu işi modus vivendi şeklinde ABD Senatosu’nun onayına ihtiyaç duydan gerçekleştirip 17 Şubat 1927’de imza altına almışlardı. Pek tabii ki yeni antlaşma eski antlaşmanın yeni bir surette kaleme alınmasından başka bir şey de değildi.
Lozan Konferansı sonrasında esasen bu noktada sadece ABD’ye değil, antlaşma imzalanan İngiltere, Fransa ve İtalya temsilcilerine de gönderilmiş olan yazılı bir davet vardı ve bu davet dini, skolastik, sağlık ve hayırseverlik esaslı kurumların geleceğinin karara bağlnamasını öngörmekteydi.
Söz konusu yazıda Türk Hükümeti’nin 30 Ekim 1914 öncesinde mevcut olan kurumların varlığını tanıyacağı ve 24 Temmuz 1923 tarihi itibarıyla de var olanların akıbetini karara bağlamak üzere incelemeye alabileceği dile getirilmişti. ABD temsilcilerine gönderilen yazıda, sair devletlere ait kurumlar ile ABD kurumları arasında hak ve imtiyazlar bakımından bir farklılık olmayacağı ayrıca ifade edilmişti.
Esasen ABD böylesi bir teklife uzak değildi. Daha 31 Ekim 1922’de ABD Dışişleri Bakanlığı ABD’nin temel arzusunun; Açık Kapı politikasının takip edilmesi; ABD’nin Türkiye’de kültürel ve insani boyutlu çalışmalarını sürdürmek istediği ve Ermenilerin de dâhil olduğu azınlıkları korumak olduğu ilan edilmişti. Kültürel ve insani boyutlu çalışmalardan maksat pek tabii ki bütünüyle misyonerlik kurum ve kuruluşlarıydı.
Lozan Konferansı’nda ABD heyeti başkanı Mr. Grew ile İsmet Paşa arasında ABD’nin, maaşları Türkiye tarafından ödenmek üzere, hususiyle hukuk alanında danışmanlar göndermesi de karara bağlanmıştı. Hakikaten de 1933 yılı boyunca çeşitli bakanlıklarda, havacılık, madencilik, gümrük işleri ve demiryollarında danışmanlık yapmak üzere çok sayıda Amerikalı uzman aileleriyle birlikte Ankara’ya gelmişlerdi. ABD’den gelen bu insanlar, uzman sıfatı ile Türkiye’de istihdam edilmiş ve iş görmüşlerdi. Söz konusu uzmanlar Lozan Konferansı sonrasında adli teşkilat ve hukuk alanında gerçekleştirilen devrimlerin muhakkak ki sıkı sıkıya takipçileri olmuşlardı.
Lozan Konferansı sonrasında Türk eğitim sisteminde yapılan değişiklikler, getirilen din eğitimi yasağı ve yabancı okullarda sınıflara dahi konan haç ve benzeri Hristiyanlığa ait simgelerin kaldırılması gereği yahut öğretmen kadrosunun Türkleştirilmesi çabaları uzun bir mücadelenin ve sonu gelmez sıkıntıların ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti. Türk Hükümeti’ne rest çekip geçici surette okulu kapatan devletler olduğu gibi mevcut okul idarelerinden Milli Eğitim Bakanlığı’nı ciddiye almayanları dahi söz konusuydu. Neticede o günkü Türk basınının Kemalist kalemleri tarafından “birer şer yuvası” olarak nitelenen bu okulların din dersi yasağından müstesna kılınmaları, İsmet Paşanın hoşgörülü tavrını göstermesini kaçınılmaz kılmıştı.
Son derece ilginç, ilginç olduğu kadar da vahim olan ve bir değil iki defa tekrarlanan hadise ise Robert Kolej’de gerçekleşen ve şaka olarak değerlendirilip kapatılmak zorunda kalınan bir hadiseydi.
Robert Kolej’deki bir hoca bir eşek ile bir Türkü ekranlara taşımıştı. Bu Türk insanına yapılabilecek en sefihçe yaklaşımlardan biriydi ve tabii olarak öfke doğurmuştu... Milli Eğitim Bakan’ı okul müdürüne ilgili hocanın işine son verilmesini bildirmişse de söz konusu talimatı dinleyen falan olmamıştı… Soruşturma açılmış fakat neticede; "eşeğin kafasında fes görülmedi" şeklinde düzenlenen bir rapor ile hadise kapatılmıştı.
ABD için Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye ile savaşmayacak kadar kıymetli olan ve imzalanacak antlaşmalarda korunması gerekli görülen misyoner eğitim kurumları neden önemliydi sorusuna yine ABD belgelerinde verilen cevap şöyleydi:
A. M. Nüzhet Bey Robert Kolej mezunu biridir. Çanakkale Savaşı’na iştirak etmiş, iki yıl Harbiye Nezareti (Savunama Bakanlığı) İstihbarat Şubesinde çalışmış, Türk Dışişleri’nde görev almış ve Mustafa Kemal Anadolu’da işgalcilere karşı örgütlenmeye başlayınca hemen o işle kendisini irtibatlandırıvermiştir. İyi derecede İngilizce konuşup yazabilen Nüzhet Bey General Harbord Anadolu’da bulunduğu sırada onun yanında olmuştur. İstanbul’daki ABD’lilerce gayet iyi bilinen Nüzhet Bey Milli Mücadele lehine İtalyan Hükümeti’nin desteğini kazanmak üzere Roma’da bulunan Kemalist Propaganda Heyeti Sekreterliği görevini üstlenmiştir. Bu işi yürüttüğü tarihlerde Ankara’daki siyasi ve askeri gelişmelere dair ABD’nin İstanbul sefaretine bilgi sızdırmaktan ise hiçbir surette kaçınmamıştır.