Abdülhamid Aleyhtarı Nevzuhur Muhafazakârlar

Sultan Abdülhamid'e yönelik haksız suçlama ve eleştirilere, SuperHaber yazarı Prof. Dr. Metin Hülagü'nün itirazı var! Hülagü, son dönemde artan bu eleştirileri, "Mevcut siyasi yapıdan duydukları rahatsızlığı dillendirmede doğrudan bir hitap tarzı benimsemek yerine, tarihe mal olmuş kişilerin gölgesine sığınarak saldırıya geçmek" olarak yorumluyor!

Sultan Abdülhamid ismi ve Hamidiye Dönemi; düne kadar Abdülhamid üzerinden Abdülhamid ile aynı zihniyet ve çizgideki yani muhafazakâr kesime mensup insanları yermek ve kendilerine tasallutta bulunmak üzere hep bir atlama taşı olarak görüldü. Ancak acı olan gerçek şu ki, günümüzdeki bazı isimler, siyasi arenada umduklarına nail olamayıp nefsani vesveseleri karşısında mağlup bir hal sergilemek suretiyle, henüz “Kızıl Sultan” diyenlerin saffında yer almasalar da, ona “müstebit” diyebilecek kadar kendilerinde cesaret bulabilmektedirler. Öyle anlaşılmaktadır ki söz konusu “nevzuhur” Abdülhamid aleyhtarı muhafazakârlar, kırgınlık ve kızgınlıklarını dışa vurmanın ve iktidar sahiplerine, beklenti içerisindeki halet-i ruhiyelerinin mesajını yollamanın vesilesi olarak Sultan Abdülhamid’i kendi gündemlerinin konusu haline getirebilmektedirler. Ancak özlemi çekilen makamlara ulaşmanın söz konusu mesajının iletilmesinde tercih edilen tarz, en az bir asır kadar köhne olan ve Sultan Abdülhamid muhaliflerinin asılsız jargonlarını esas alan bir sıfat, mahiyet ve hüviyete sahip ve böyle olması hasebiyle de izlenen metot ve başvurulan unsurlar hakikaten oldukça gariptir.

Düne kadar kendilerini milliyetçi ve muhafazakâr muhitin mensupları olarak tanımlayıp tavsif edenlerin mevcut siyasi yapıdan duydukları rahatsızlığı dillendirmede doğrudan bir hitap tarzı benimsemek ve içsel ve zihinsel sıkıntılarını aleni surette ifade etmek yerine tarihe mal olmuş kişilerin gölgesine sığınarak saldırıya geçmelerinin akademik değeri bakımından olduğu kadar etik açıdan da bütünüyle malul ve meflûç olduğu ortadadır. İnanmış bir insanın eli ve dili ve tüm uzvu ve bedeni ile işlediklerinden sorumluğu muhakkak ise ve ölmüş insanlardan özür dilemenin bu dünyada henüz keşfedilebilmiş bir çaresi ve şifresi de mevcut değilse o takdirde akıl sahibi olan insanların muvazenesiz bir surette davranmaktan kaçınmaları en makul davranış tarzı olacaktır.

Söylemlerini gönüllerinde gizledikleri heveslerinin veya aşikâr bir surette dillendiremedikleri kirlenmiş gizli kin ve nefretlerinin dolaylı vasıtası haline getirmek isteyenler maalesef tarihte vuku bulmamış hadiseleri vuku bulmuş gibi, vuku bulmuş olanlarını ise olmamış gibi göstermeye çalışmakla yahut tarihin sayfalarında tam bir hakikat olarak mevcudiyetini muhafaza etmekte olan mazinin cereyanlarını yok hükmünde saymakla hak ve hakikat adına hiçbir zaman hiç bir merhale kat edemezler.

Oysa ki var olan içsel sıkıntıları Şair Eşref’in;

Emin olun, size esbab-ı inhidam oluyor
Esafilinden olan fırka-i maiyyetiniz

beytindeki daha cesur ve daha samimi bir üslupla yahut benzeri süetteki mısralarla dillendirip beyan etmek belki çok daha isabetli olacaktır.

Sultan Abdülhamid dönemi; her idarecinin ve her siyasi devrin kaderi ile aynı olarak, hataları ve sevaplarıyla ortadadır ve muhakkak ki, kendileri nurani bir varlık olmamalarından ötürü, onun bir dizi şahsi yanlışları söz konusudur.

Sultan Abdülhamid’in “kutsanmakta” olduğu şeklindeki bir beyan, son derece iddialı olmanın ötesinde, bütünüyle boş, hem de bomboş bir safsatadan ibarettir.

Sultan Abdülhamid’in “kusurlardan ari, hatalardan masun” olduğu iddiası, ne dün ne de bugün vaki olmuştur. Bu güne kadar öyle bir iddianın sahibi de ne duyulmuş ne de görülmüştür.

Abdülhamid’in “ismet” vasfı ile tavsif edildiğini yahut “günahsız” bir padişah olduğunu kalbi ile ikrar, dili ile tekrar eden yahut kalemi ile yazıp çizen acaba hangi meczuptur!
Sultan Abdülhamid’in saltanatı yıllarında muhakkak ki bir hayli toprak kaybedilmiştir.

Ancak söz konusu kaybın, kadir-şinas, hak-perver ve hakikat-sever biri olamaya çalışarak, nedenlerini hakkıyla iyi idrak edip anlamak da gerekir. En azından söz konusu kayıpların onun 33 yıllık iktidarının hangi merhalesinde gerçekleştiğine bakmak gerekir.

Sultan Abdülhamid’in, Theodore Herzl’in toprak talebini reddetmiş olduğunu inkâra kalkışmak, her şeyden evvel ve Abdülhamid’den ziyade, bütünüyle Theodore Herzl’e ve onun mukaddes saydığı davasına hakarettir. Böyle bir iddianın Sultan Abdülhamid açısından anlamı ise, kendisine yapılabilecek en büyük bühtandır. Asılsız bir bühtanın özür dilemeği gerekli kılan en sahih delili ise Herzl’in, okumasını bilenler için, bir asır öncesinde kaleme almış olduğu hatıralarıdır ve bu hatıralar, çok şükür, çok şükür ki hâlihazırda mevcuttur.

Sultan Abdülhamid müstebittir demek, Sultan Abdülhamid’i ve politikalarını hakikaten ve maalesef hiçbir surette anlamamış olmak demektir. Oysaki Hamidiye Dönemi’ni asıl veçhesi ile görmek, incelemek, irdelemek ve anlamak bilgi edinmedeki en temel esastır.

Sultan Abdülhamid’in “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olduğu yolundaki beyanı dile dolamak ve böyle bir söylem üzerinden görünürde güya Abdülhamid’e, esasta ise hususi mahfillere hücum ile itiraz etmek, söylemin İslami terminolojideki yeri bir tarafa, değil sadece Hamidiye Dönemi Osmanlı Devleti’nde, Avrupa’da ve hatta Rusya’da dahi tatbike konmuş olan kuramsal söylemlerden bütünüyle bîhaber olmak demektir.

Abdülhamid’in daha şehzadeliğinden itibaren mal mülk sevdalısı olduğu yanılgısına düşmek, edindiği servetin asılsız surette dedikodusunu etmek ve ayrıca memlekette her nerede “kupon bir arazi” var ise kendi üstüne geçirmiştir diye belirtmek, ne yazık ki ne Abdülhamid’i tanımaktır, ne onun stratejisini anlamaktır ve ne de erdemli olmak ve hakkaniyetli bir surette davranmaktır. Abdülhamid’in şehzadeliğinde kazandıkları onun kendi el emeğidir, onun tertemiz alın teridir. Bu duruma bütün dünya ve bütün âlem şahittir. Onun saltanatı yıllarında edindiği mal, mülk ve servet ise ticari zekâsı, emeği yahut parasını vererek satın aldıkları kabilindendir ve bu durumun hakikat ve sıhhatinin delili İngiliz ve ABD arşiv belgelerinde sabit olup, araştırmasını, bulmasını ve okumasını bilenler için bugün dahi ortadadır.

Abdülhamid döneminde hürriyetsizlikten dem vuranların daha Abdülhamid’in saltanatta olduğu bir dönemde kendisine “alçak” yahut “dalyarak” diyebilenler olduğunu ve hürriyetin gereğinden fazla bir surette tasarruf olunduğunu bilmemeleri ise tam bir bahtsızlıktır.

Sultan Abdülhamid muhakkak ki darbe neticesi tahta çıkmış bir padişahtır. O, pek tabii ki darbeciler ile yaptığı pazarlık neticesi başa geçmiştir ki bu durum tam bir hakikattir.

Ancak onun darbe ile alakası olmadığı ortada olduğu gibi o kimsenin ayağına da gitmemiştir, bilakis dönemin en muteber ağaları, beyleri ve paşaları onun konağına ve dolayısıyla da ayağına gelmişlerdir. Bu durum da bütünüyle tarihi bir hakikattir. Bu gerçekler ortada iken darbe lafzına yer verilmesinden maksat acaba hakikaten Sultan Abdülhamid’e atfen mi ifade edilmektedir yoksa başak yüksek mahfillerin sakinlerine beklenti içerikli mesajlar mı gönderilmek istenmiştir! Ayrıca, darbe sonrası tahta geçmek, acaba niçin ve neden abestir ki!

Bir taraftan; “Sultan Abdülhamid, diplomasiyi iyi bilen bir adamdı” şeklinde kendisini tavsif edip “kartları iyi oynamış” olduğundan dem vurulurken öte yandan “Sultan Vahdeddin’den önce İngiltere’ye Sultan Abdülhamid sığınmıştı” söyleminde bulunmanın hakiki anlamı acaba nedir! 31 Mart hadisesi sırasında Yıldız kuşatılıp toplar ateşlendiğinde o ne savunma ne de saldırı siyaseti izlemişti ne de Rus Çarından selam getiren ve Rus sefaretinin “emirlerine amade olduğu” arzında bulunan Rus diplomatik temsilcisinin sözlerine itibar etmişti. Hayatının en felaketli anlarını yaşadığı Yıldız kuşatması sırasında kendisi ile yakın bir dostluk içerisinde olduğu Alman İmparatoru Wilhelm’den de dahi yardım talep etme zilletinde bulunmamıştı. Ya da o; Selanik düşmek üzere iken Alman sefaretine ait “Lorelei” adlı gemi ile İstanbul’a nakledildiği sırada Alman İmparatoru’nun selamını kendisine arz eden ve altını çizer bir surette; “emrinize amadeyim” diye belirten gemi kaptanının ne demek istediğini gayet iyi anlamış biri olmuşsa da; - Dümen dönsün, istikamet Avrupa! deme lüzumunu hissetmemiş ve öyle bir tenezzülü kendisi ve milletinin şanına layık görmemişti. İsteseydi o da, kendisinden sonrakiler gibi Almanya’ya, Rusya’ya, Amerika’ya ve hatta iddia edildiği gibi İngiltere’ye çok rahatlıkla iltica edebilir, dahası o, dille dolanan mali ve nakdi serveti ile yerleşeceği bir ecnebi vatanında “Rockefeller” ayarında bir vakıfla Doğu’nun “Rothschild”i olabilirdi.

Ona yönelik; kendi hayatını garanti altına alabilmek için Kıbrıs’ı İngiltere’ye satmış olduğu töhmeti ile onu itham etmek inanmış kalplerin sırları ile mütenasip değildir. Onun aldatıp teskin edici ince siyasetinin bir eseri ve Avrupa’da sonraki zamanların kral ve hükümdarlar seviyesi ve nezdinde siyasi suretteki modasının idrakinde olunmadan bu türden söylemlerin ne maksatla dillendirildiği hem malum hem de herkese ayandır. Zira söz konusu durum hiç de sır olmayıp erbabınca öteden beri malum olan bir haldir. Keşke malumu ilam etmek yerine malumun hakiki sebepleri bütünü ve hakkıyla bilinip idrak olunabilseydi.

Sultan Abdülhamid, daha bir asır öncesinden, hem o günkü hem de bugünkü muhaliflerine, kendilerini hem ayıplayarak hem de meydan okuyarak, diyordu ki:

O kadar hurafat (yalan)... o kadar iftira ki şaşıyorum... Teessüf ettiğim iki nokta var...

Biri; müdafaa-i nefse muktedir (kendisini savunma imkânı) olmayan birine tecavüz (saldırı) doğru olmasa gerek... Hatta müdafaası olmayan şehirlere top bile atmazlar... Madem ki ben müdafaa-i nefs edemiyorum (kendimi savunamıyorum)... ağıza gelen şeyi yazmak hüner değildir... Benim evrakımın içinde, jurnallerimde (günlüklerimde) her gün kiminle görüştüm... kime ne söyledim... hepsi muntazaman mevcuttur. Onlar yanımda olsa hepsini serde (ortaya koymaya) muktedirim...

İkinci cihet; beni halk nazarında çürütmek... (1)


(1) Bak: Âtıf Hüseyin Beyin Günlükleri, Sultan II. Abdülhamid’in Sürgün Günleri, Hazırlayan: Metin Hülagü, 3. Baskı, İstanbul 2010, s. 256.

Tüm yazılarını göster