On dokuzuncu asrın son çeyreği, İslam ve onun dünya çapındaki müntesipleri açısından önemli bir zaman dilimi olmuştur. Birkaç asrı kapsadığı ifade edilebilecek olan askeri, siyasi ve sosyal alanlardaki çöküşten sonra Müslüman dünyası nihayet mevcudiyetinin gerekçesini sorgulama gereğini hissetmeye başlamış gözükmekteydi. Dolayısıyla da İslami uyanışın işaretleri hemen her yerde gözlemlenebilir bir hal almıştı. Söz konusu işaretler esasen çoğu kere sadece Müslümanların huzursuzluğuna işaret eder bir halde bulunmuş olsalar da muayyen zamanlarda bütün ümmet tarafından evrensel olarak paylaşılan ortak bir duygu şeklinde de değerlendirilebilirdi. Söz konusu zaman dilimi, öncesi ve sonrası ile ele alındığında, muhakkak olan şu ki, Hamidiye Dönemi denen yakın tarihimiz açısından, Batı ile Doğu arasında birkaç önemli siyasi gelişme söz konusu olmuş yahut kırılma gerçekleşmişti.
Bu noktada öncelikli olarak Şark Meselesi’nin ele alınışında İngiltere ve Rusya'nın geleneksel politikalarının değişmiş olduğunun hatırlanması icap etmektedir. İslam dünyasında o güne kadar Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak bilinen İngiltere artık bu yöndeki siyasetinden vazgeçmişti. Ancak bu duruma mukabil, Türkiye'nin kadim ve can düşmanı, Doğu'daki Hıristiyan ırkların geleneksel savunucusu Rusya ise Osmanlı Devleti’nin, koruyucusu değilse de, mutlak suretteki düşmanı olmaktan da uzaklaşma siyaseti izlemeye başlamıştı.
İkinci bir önemli siyasi hadise veya kırılma noktasını ise; Osmanlı-Almanya yakınlaşması ve Abdülhamid-Wilhelm siyasi dostluğu teşkil etmişti.
Dönemin gazetelerinden, örneğinTheSun’da, Abdülhamid’in Batı’daki itibarını irdelenirken deniyordu ki;
Kayzer, Abdülhamid’e kaybettiği prestijini yeniden elde edebilmesi için yardım etmeden önce, Amerika'da olduğu kadar Türkiye'de de sevilmeyen biriydi.[1]
Gazetenin tespiti belki bütünüyle değilse de muayyen derecede hakikati ifade etmekteydi. 93 Harbi akabinde Osmanlı Devleti’nin uluslararası arenada yalnız kalması, İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğü yerine Osmanlı topraklarını paylaşımı esas alması; Rusya’nın ikiyüzlü siyaseti ve Fransa’dan herhangi bir medet ummanın mümkün olmayışı Abdülhamid’i sonraki yıllarda Almanya tarafına yanaşmaya sevk etmiş ve nihayetinde bu ülke ile başlayan yakınlık ve akabinde kurulan siyasi dostluk Wilhelm’in iki defa İstanbul’u ziyaret etmesine sebebiyet vermişti.
İlki 1894’te Muş-Sason’da dikkat çekici bir suret ve mahiyette başlayıp bir biri ardınca devam edecek olan Ermeni isyanları Batı ile Doğu/Osmanlı arasındaki kırılma noktalarından bir diğerini oluşturmuştu. Sasun isyanı ve akabinde yaşanan bir dizi Ermeni ayaklanmaları ve buna bağlı olarak (Hristiyan) Ermenilerin zayiata uğraması, başlangıçta İngiltere'de, insani-vicdani duyarlılık gereği, protestolara sebebiyet vermişti. Hareket, bu yönüyle Hindistan Müslümanları arasında olduğu kadar Türkiye'de dahimuayyen bir kesimin sempatisini kazanabilmişti. Ancak İngiliz kamuoyunun söz konusu insani yaklaşımı, sonraki zamanlardave kademeli bir tarzda, gizli surette İslam'a karşı nefret duyan Hıristiyan bakanların ve İleri Liberaller diye anılan İslam karşıtlığı ve parti fanatizmiyle hareket eden siyasilerin elinde başka bir şekle everilmişti.
İngiliz basınının önemli bir bölümü aylar ve hatta yıllarca Türk ırkı, Müslüman hukuku ve İslam dininin liderine hakaret edip iftiralar atmaktan kaçınmamışlardı. İslam halifesi, basit bir şair tarafından Lanetli Abdül ve eski bir başbakan tarafından Büyük Suikastçı olarak vasıflandırılabilmişti. İngiliz siyasilerinin söylemlerinde ve kamuoyu nezdinde böylesine ölçüsüz bir dil ve aşağılama, taşıdığı niyet konusunda bu ülkeye fazlası ile sempati duymakta olan Müslümanların kafasında dahi şüpheler uyandırmıştı. Gerçekten de Müslümanların Hıristiyanlar üzerindeki idaresine karşı St. James'sHall'unsesi o kadar yüksekti ki, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Müslümanlar dahi, İngiltere ve ötekilerin gizli nefretleri ileasli maksatlarında habersiz bir surette, kendi imparatorluklarının güvenliğinden ciddi şekilde endişe duymaya başlamışlardı.
Batı ile Doğu arasındaki kırılma noktalarından bir diğerini ise hiç şüphesiz ki gerek İslam dünyasında gerekse Müslümanlar nezdinde uyandırdığı olumlu hava kadar Müslümanlara ve İslam dünyasına yönelik son derece tehlikeli gelişmelere de sebebiyet vermiş olan 1897 Türk-Yunan Savaşı oluşturmuştu.
1897 yılı sonrası yıllarda Hıristiyanlığın İslam'a karşı tutumu, konumuz açısından bakıldığında, daha ağırlıklı bir surette sürdürülen bir algı savaşına dönüşmüştü.
Seksenlik bir Türk generali olan Hafız Paşanın, kollarından vurularak yaralanması ve onları kullanamaz hale gelmesine rağmen atından inmeyi reddederek;
İleri çocuklar, ileri!
tarzındaki nidalarla askerleri cesaretlendirmesinin hikâyesi, ağzına isabet eden üçüncü bir kurşun neticesi kahramanlık kariyerine fiilen oracıkta son vermiş olsa da, Müslüman köy çocuklarına varıncaya kadarher bir çocuk tarafından Paşa’nın kahramanlığı bütün Osmanlı Türk ve Müslüman diyarlarında anlatılmaya devam etmişti.
Nihayeti itibarıyla İslam halifesinin ordusu 1897 Savaşı’nda Avrupa'daki Hıristiyan güçleri yenip yok etmişti. Beldelerin ileri gelenleri ile İslam dünyasının bilindik ve mümtaz şahsiyetleri, İstanbul'daki Müminlerin Emiri’ne tebrik mesaj ve mektupları göndermek için birbirleriyle adeta yarışır bir durum sergilemişlerdi. İslam âleminin her bir ferdi, her bir mezhep müntesibi, ister Şii ister Sünni olsunlar,kazanılan zaferi kendi zaferleri gibi görmüş ve neticeden büyük bir haz duymuşlardı. Müslüman dünyası savaş öncesinde, İslam halifesinin mülkünün güvenliği konusunda içten içe endişe duymaktayken, Yunanistan'ın haddini bilmezliği kurtuluşu adeta Abdülhamid’in ayağına kadar kendi elleri ile takdim etmişti. Nice zamandır Müslüman orduların silahları kâfirler üzerinde muzafferane bir şekilde parlamamış ve hakkını vermiş olarak on yıllar boyunca kınına dâhil olamamıştı. Türk askerinin elde ettiği zafer, vatan sevgisi ve tahammül gücüne mukabil, Rumların maruz kaldığı yenilgi ve bozgun, âlem-i İslam’daki tüm Müslümanların camilerde, çarşı ve pazarlarda her türlü toplantının bir parçası haline gelerek sohbet konusu kılınmıştı. Ancak konu zaferin meyvelerine geldiğinde, Hıristiyan devletler, haksız olduğu kadar son derece tuhaf olan bir doktrin ileri sürmüşlerdi. Bu doktrin;
Bir zamanlar Hıristiyanlar tarafından işgal edilmiş olan toprakların hiçbir parçasının, bileğinin gücü ile almış olsa dahi,Türk'ün elinde geçmesine izin verilmemesi
şeklindeydi. Bu yaklaşım, İslam dünyasında öfke dolu bir heyecan sebebiyet vermiş ve genel olarak Müslümanlar nezdinde, Avrupa'nın övünmekte olduğu medeniyetin temellerinde İslam'a karşı eski düşmanlık duyan unsurların hala devam etmekte olduğunu göstermek içinyetmişti. Ancak bu durum Abdülhamid'in uzun zamandır aradığı fırsatı bir kez daha yakalamasına fırsat tanımış, ustası olduğu kabul edilen modern diplomasinin tüm sanatı ve zanaatıyla, Hıristiyan devletlerin temsilcileriyle diplomatik bir savaş yürütmesine imkân tanımıştı. İzlemekte olduğu idari politikası nedeniyle kendisine şiddetle karşı çıkan Jön Türkler dahi, onun birbirleri ile müttefik bir halde olan Hıristiyan âleminin siyasetine, muayyen bir ölçüde de olsa, karşı koymadaki maharetine hayran olmaktan kendisini alamamıştı. Ancak Avrupa devletlerinin bahsi geçen kararlarından ötürü, Teselya'nın kaderi noktasında kuşkusuz ki taleplerine boyun eğmek zorunlu olmuşsa da kendisine muhalif olan dâhildekikimseleri, bir hükümdar olarak icabınca savaşıp mücadele ettiği konusunda ikna etmek çok da zor olmamıştı. Diğer taraftan, Âlem-i İslam da onun vatansever çabalarını takdir etmekte haksızlık etmemişti. Bilakis, o güne kadar emsali görülmemiş bir surete, dergi ve gazetelerde Avrupa’nın bağnazlığı konusu ile ilgili yorumlara yer verilmişti.
[1]The Sun, February 17, 1918.