Abdülhamid’in rüşvete bakışı
Prof. Dr. Metin Hülagü SuperHaber'e yazdı
1894'te Foreign Office'e gönderdiği bir raporunda Vambery; Sultan Abdülhamid bizzat kendisinin tüm idarî mekanizmanın merkezi haline geldiğini, onun tüm dizginleri eline geçirdiğini, her şeyi bildiğini, yurt içindeki hayatın ve dış politikanın en küçük ayrıntılarından bile haberdar olduğunu ve ülkede olup biten her şeye vakıf bulunduğunu ifade etmişti.
Fransız sefiri Paul Cambon da bir yıl sonra 1895'te dile getirdiği tespitine; "Sonunda Sultan her şeyi kendi içinde eritmiş" demekteydi.
Sultan Abdülhamid çevresindekilerin rüşvet ve suiistimal içerisinde olduklarının hiç şüphesiz ki fazlası ile farkındaydı. Onun etrafındaki kimseler hakkında bilgi edinmesi çok da zor bir durum değildi. Zira doğru veya yanlış, hakkaniyetli ve değil, samimi veya samimiyetsiz bir hayli isimden kendisine bir hayli ihbarlar gelmekteydi.
The Sun Gazetesi’nin 24 Şubat 1907’deki haberine yahut Joan Haslip’in ifadesine bakılacak olursa Abdülhamid kimin cebine kaç kuruş rüşvet girdiğinin farkındaydı. Dahası, kendisinden habersiz olarak alınması halinde böyle bir duruma onun izin vermeyeceği de bir vakıa olarak zikredilmekteydi.
Bir defasında kendisine kızmış olduğundan;
“Bahriye Nazırı para çalmak için vapurun (Asar-ı Tevfik Fırkateyni) tersane tarafından imkân ölçüsünde tamiri için yapılacak masraf ile yeni bir zırhlının alınmasını bana dolaylı olarak arz ediyor. Bu herif mürtekiptir. Lakin pek müfsit olduğundan hakkında bir şey yapılamıyor…”
diye ifade etmişti.
Sultan Abdülhamid her ne kadar bir şey yapılamıyor diye ifade etmişse de bir şey yapacak olan da esasen kendisi olduğundan onun bu beyanı hakikati izah ve ifade etmekten âri idi. Zira o, temiz sicilli ve haysiyet sahibi insanlardan ziyade eli, gönlü ve mazisi kirli insanları etrafında bulundurup istihdam etmeye daha meyyaldi. Bu onun bir çeşit istihdam ve idari siyaset şekliydi.
İsraf ve suiistimaller kendisine arz olunduğunda onun bu türden müracaatlara yaklaşımı:
“Devlet ricalinin ve özellikle askerî cihetin irtikâba düşkünlük göstermeleri bana şiddetle ihtiyaç duymalarını ve bağlı bulunmalarını gerekli kılar, aksi ise sorgulamayı gerektirir.”
ifadeleriyle karşılık görmüştü.
O, yine bir defasında:
“Bahriye Nazırı Hasan Paşa bunca irtikâpları ve suiistimallerine karşı müsamaha ve kendisini yirmi bu kadar seneden beri Bahriye Nezareti’nde muhafaza etmiş olmama mükâfat olarak benim politikama tabi olması lazım gelirken bilakis İngiltere politikasını takiben İngiliz ticaretini terviç etmesine tahammül edemem...”
demişti.
Birecik hattı demiryolu imtiyazı için ilgili şirketin tahsis ettiği bütçesindeki 2 milyon Frank’ın yarısının nereye gittiği belli değildi. Bütün arz ve ikazlara rağmen bu meseleye dair Abdülhamid’in sessiz ve hareketsiz kalması ise oldukça enteresandı.
Abdülhamid’in bu tür hadiselere bakışı;
“bal tutan parmağını yalar, vekiller ve bendegânın menfaatlerine engel olmak iyi bir şey değildir.”
şeklindeydi.
Yine bir defasında o;
“bal tutan parmağını yalar, fehvasınca karşı çıkmam menfaatime aykırıdır”
diye belirtmişti.
Abdülhamid’in tespitine göre Osmanlıların gözünde devlet hizmetinde yer alarak çalışmak devlete ve millet karşı duyulan sadakat ve fedakârlıktan ziyade, servet edinip refah içinde yaşamanın bir yolu olarak kabul edilmişti. Bu durumdan dolayıdır ki rüşvet devlet bünyesinde var olan her bir idari kademeye fazlası ile yayılmış bir haldeydi.
Mali durumun aşırı derecede kötü olması, maaşların azlığı ve ödenememesi bir anlamda Abdülhamid’i rüşvet alınıp verilmesini, muayyen bir noktaya kadar da olsa, mazur görmeye sevk etmişti.
O, İngiliz sefiri Henry Layard ile gerçekleşen bir görüşmesinde ona bu konuda adeta dert yanmış, yine Layard’ın ifadesi ile o, düşüncelerini şöyle ifade etmişti:
“Uygulamaya konması gereken reformların yerine getirilebilmesi noktasında yetenekli insana sahip olma yönünden Türkiye ağlanacak bir durumdaydı. Osmanlı Devleti’nde, İngiltere’de ve diğer bazı ülkelerde olduğu gibi, devlete hizmet etmeyi sadece bir geçim vasıtası, para kazanmanın ve lüks içinde yaşamanın bir yolu olarak görmeyen, ona hizmet etmeyi ve onunla alakadar olmayı sadece sevgisinden dolayı ifa etmek isteyen bir sınıf yoktu. Avrupa’da işbaşında bulunan insanlar, özniteliklerinin gelişimini sağlayabilir ve muvaffakiyet elde edebilirlerse kendilerini basitçe ödüllendirebilirlerdi. Türkiye'de ise tam tersine, herkes servet biriktirmek ve lüks ve duygusal zevk içerisinde olmak maksadıyla resmi bir görev almak ve nazır olmak için çaba sarf etmekteydi. Bu nedenle, devlet sistemi bütünüyle yozlaştırılmış, hükümdarın müspete yönlendirmeleri engellenmiş ve adalet kaynakları kirletilmiş olduğundan genel yolsuzluk ve daimi entrikalar söz konusuydu. Kendisi, gerçekler şahsından gizlenmek ve yanıltılmak üzere entrikalarla kuşatılmış bir halde olmasına rağmen hakikatlerin bütünüyle farkındaydı. Onun Saray’da en yükseğinden en düşük seviyedekilerine varıncaya kadar bütün makamlarda hâkim olan bu duruma son verme mücadelesinde yaşadığı zorluk ise muazzamdı.”
Sultan Abdülhamid, yolsuzluk ve özellikle rüşvet alımı noktasında üst düzey görevde bulunanların benimsedikleri yol ve tavırdan rahatsızlık duymuş, hem iktidarı sırasında hem de sonrasında, şikâyetçi olmuştu. Ancak anlaşılan o ki, o, söz konusu şikâyet ve mücadelesinde pek de başarılı olamamıştı. Marschall, Osmanlı devlet adamlarının Sultan’ın kararları üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı görüşünü dile getirse de, en azından silah ticareti ile ilgili bazı kararların yalnızca Sultan işi olmadığı muhakkaktı. Zira Selanik’te sürgünde Alatini Köşkü’nde bulunduğu bir sırada kendisini muayene etmek üzere gelen doktoru Âtıf Beye;
“Benim de sukûtuma rüşvet ve birçok fenalıklar eden etrafımdakiler sebep olmadı mı?”
diye ifade etmişti.