Ameliyat masasındaki bir hastanın daha çabuk iyileşmesi için, hangi ilaç verilirse hasta kendini daha çabuk toparlar diye tartışan doktorların bu tavrı, hastalıktan yanadırlar diye; sizce suçlanabilirler mi? Bir hastalığa ilişkin fikir beyan etmek, hiçbirimizi hastalığın sempatizanı yapmaz. Sırf hastalığı tartışıyoruz diye, mikrop ile işbirliği içinde diye hiç kimse yaftalanamaz. ABD’nin Suriye’de izlediği siyaseti analiz etmek, ABD hayranlığı falan değildir. ABD’nin Suriye’de YPG/PYD güçleri ile ilişkisini anlamaya çalışmak, bizi PKK yandaşı yapmaz.
Önce bütün dünyanın bildiği apaçık iki olgunun altını kalın, kalın çizelim, sonra da bu iki olgunun neden bugünlerde tepe taklak olduğunu, neden işlevsizleştiğini, neden ayakları üstüne durması gerekiyorken baş aşağı durduğunu izah etmeye çalışalım.
Bütün dünya biliyor ki; ABD ve Türkiye, NATO üyesi iki müttefik ülke. Yine bütün dünya biliyor ki; ABD ve Türkiye özel ikili anlaşmalar dolayısıyla askeri stratejik bir işbirliği hukuku içinde. Bu açık ve çok iyi bilinen iki olguya rağmen bugün Orta Doğu’da Türkiye ve ABD, neden aynı siyasi denklem içinde değil?
Biraz geriye doğru gidip kronolojik olarak bazı olay ve olguları hatırlamakta fayda var. Aslında Türkiye, büyük bir isabetle, bugün içinde olduğumuz yeni Orta Doğu konjonktürünün şekillendiğini gördü. Ve bu konjonktüre İmralı görüşmeleri adıyla bilenen hamle ile çok iyi ve çok yaratıcı bir çözüm üretti. İmralı görüşmeleri ya da daha yaygın adıyla bilinen “çözüm süreci”, bir anda Türkiye’yi en etkin bölgesel güç konumuna yükseltti. Ama maalesef bu büyük adımı atıp bir hamle daha öne çıkan Türkiye, bu hamlesinin sonuçlarını çok iyi kestiremedi.
Ama Türkiye’nin attığı zarı çok iyi görenler vardı. Bunların en başında da Rusya ve İran hemen harekete geçip, Suriye iç savaşında daha stratejik konumlar edindiler. Rusya, fiilen savaşa ortak oldu. İran ise, Esad rejimini Hizbullah ile takviye etti. Rusya ve İran’nın bu enerjik atakları Rejim karşıtı muhalefeti karpuz gibi ikiye böldü. Ve ortaya DAEŞ adıyla bilenen tarihin en kanlı, en barbar örgütü çıktı. DAEŞ’in kendini İslam Devleti olarak deklare etmesi, esas itibarıyla Türkiye’yi bu yeni konjonktür içinde etkisizleştirmekten başka da bir amaca sahip değildi. DAEŞ’in evvel emirde Kürdistan Bölgesel Yönetimine saldırması ve sonradan Kobanê ye yönelmesi, Türkiye’nin etki alanını sınırladı.
Türkiye bütün bu olup bitenleri doğru okuyamadı. Türkiye’nin zaafiyeti bununla da sınırlı kalmadı. Çözüm sürecinin Ortadoğu’daki etkisi iyice kavranmadığı için, kısa bir süre sonra sanki bu sorun salt Türkiye’nin iç meselesiymiş gibi bir algı herşeye egemen oldu. Ve ne yazık ki bu muazzam imkan ve fırsat iç politikanın kimi ihtiyaçlarına heba edildi.
Aslında daha 2009 yılında ilan edilen çözüm sürecine İran enerjik biçimde muhalefet ediyordu. Nitekim Oslo görüşmelerini fiilen ve resmen bitirme hamlesi İran’dan geldi. 2011 yılında bir gecede Kuzey Suriye’nin içinde Afrin olmak üzere önemlice bir bölümünü PYD/YPG güçlerine bırakan İran aklı, açıkça PKK’nin önüne yeni bir vizyon ve imkan koyuyordu. Suriye’de bir gecede, hiç çaba harcamadan alan hakimiyetine kavuşan PKK, alan hakimiyeti adını verdiği yeni savaş stratejisiyle Şemdinli’yi kurtarılmış bölge yapmak için saldırılarını yoğunlaştırdı.
2013’de çözüm süreci ilan edilince İran ve Rusya ciddi bir panik yaşadılar. Bu süreçleri iyi bilenlerin bildiği bir başka gerçek ise, ABD’nin çözüm sürecinde aktif, hatta garantör olarak yer almak istediğidir. Türkiye buna izin vermedi. Türkiye, salt kendi gücüyle ‘’yerli ve milli’’ bir çözüme ulaşabileceğine samimiyetle inanıyordu.
İran, Kandil üzerinden bir taraftan PKK’yi silahlandırıp ona cesaret verirken, öte taraftan da sahada özellikle YPG’nin askeri bir güce dönmesi için her türlü yardımı yapmaya devam ediyordu. Sonuç olarak bütün bu hamlelerin PKK’yi çift başlılığa götüreceği öngörülmedi. Bu hamleler bir taraftan Abdullah Öçalan’nın otoritesini zayıflattı ve seçenek olarak Kandili ön plana çıkardı.
2014 yılı bu gelişmelerin final yılı oldu. Önce Türkiye, Musul başkonsolosluğu basılarak rehin alındı. Bu eylem konsolos ve çalışanlarının rehin alınması olayı değildi, bizzat Türkiye’nin rehin alınmasıydı. Nitekim, DAEŞ, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne saldırırken, Türkiye eli kolu bağlı kalmak zorunda kaldı. Bu Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında özellikle de halk nezdinde ciddi bir güvensizliğe yol açtı. Ardından gelen Kobanê saldırısı herşeyin üstüne tuz ve biber ekti.
ABD’nin resmen PYD/YPG ile ilişkilenmesi Kobanê hadisesi sonrasıdır. Ve kim ne derse desin bu ilişkilenme Türkiye’nin bıraktığı büyük boşluk nedeniyle mümkün olmuştur. Hatırlayın; 2013’de Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkileri 50 yıllık petrol anlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Aynı dönemlerde Türkiye ısrarla Salih Müslim’i Ankara’da ağırlayarak, PYD’yi ikna etme çabası güdüyordu.
Salih Müslim’nin her Ankara görüşmesi sonrası soluğu Moskova’da alması çok manidardır. Kısa bir süre sonra PYD’nin Moskova’da temsilcilik açmasını başka türlü nasıl izah edebiliriz?
Türkiye çözüm sürecinin kontrolünü kaybettikçe, ABD Kürt coğrafyasında daha etkin hale geldi. İran, Türkiye’nin önünü kesen hamleler yaptıkça ABD’nin önünü kesmeye çalışan hamleler yapmaya başladı. (Devam edeceğim)