‘’..Hani şu meşhur bardağın yarısını boş gördüğü yetmiyormuş gibi, diğer yarısının da tadı berbat bir şeyle dolu olduğundan neredeyse emin biri olarak’’… Afrin gerçeği üstüne bir şeyler yazmak için yanıp tutuşanlardan biri değilim. Aslına bakılırsa temelde iyimser ve her dem umutlu olmak için mutlaka nedeni olan biriyim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, Afrin bardağı, yarısı boş diğer yarısı ise tadı berbat bir şeyle zaten en başından beri doluydu. Afrin gerçeğinde vardığımız konak, hiç sürpriz değil.
Adı ne olursa olsun ya da hangi süreçler içinde, hangi ittifakların bileşeni olursa olsun Suriye’de Rusya’nın her zaman tek amacı vardı; Esad rejimini egemen ve muzaffer kılmak. Rusya bütün ilgili devletlerle bu amaç ve strateji nedeniyle ilişkiler kurdu. Sırf bu yüzden İran’la bir Suriye ortaklığı kurdu. Sadece bu nedene bağlı olarak Türkiye ile ilişkilendi ve Astana süreçlerinde umduğu sonucu Türkiye’ye de kabul ettirebileceğini umdu.
Rusya’nın müstakbel Suriye için tasarladığı siyasi rejim de sadece iki güç var. Esad rejimi ve Kürtler. Kaldı ki, Kürtleri katarına almadan Esad rejimine dünyada meşruiyet bulamayacağını da çok iyi biliyor. Kürt sosuna bandırılmış bir Esad rejimi kısmen de olsa dünyanın olurunu alabilir gibi görünüyor. Başka da hiçbir şekilde Esad’ı dünyaya pazarlamanın yolu yok.
Eğer Rusya’nın bu siyaseti doğruysa, sahada atacağı her adım onun bu amacını gözetmek zorunda. Aslında Türkiye’ye Afrin operasyonu için yeşil ışık yaktığında sonucun bu olacağını biliyordu. Türkiye, Afrin kapısına dayanacak ve Afrin altın tepside Esad rejimine ikram edilecek. Bir taraftan Kürtler için kurtarıcı rolünü oynayacak öte taraftan da İdlip’i kuzeyden de kuşatmış olacak. Yani sizin anlayacağınız bir taşla iki kuş vurmuş olacak.
Bunun böyle olacağını haftalar öncesinden yazdım. Bütün işaret ve levhalar bu yolu gösteriyordu. Benim gördüğüm şeyi, devletin görmemiş olması mümkün mü? Hayır değil. Bence devlet de son tahlilde durumun sonuç olarak böyle biçim alacağını biliyordu.
Durum şu; İran, Rusya ve Esad rejiminin himayesini kabul etmiş bir Afrin’e ne pahasına olursa olsun girmek hiç akıl karı değil. Üstelik İdlip kuzeyden de kuşatılacağı için, Türkiye’nin yapabileceği pek bir şey kalmıyor. Astana sürecinde Türkiye İdlip’te oynayabileceği role dair olarak ciddi aktör statüsü kazanmıştı. Şimdi İdlip’in kuzeyden kuşatılması imkanı doğduğuna göre, Türkiye elindeki kozlarından birini de yitirmiş oluyor.
Bu koşullarda “Afrin’e gireceğiz” demek mümkün gibi durmuyor. Belki şöyle bir amaç ileri sürülebilir: Afrin’de PYD/YPG egemenliğinin sona ermesi esas sorundu. Şimdilik bu egemenliğe son verilmiş olması, bir bakıma amacımızın hasıl olduğu anlamına gelir. Nihayet bir terör örgütüyle mücadele etmek için Afrin kapılarına dayandık ve o terör örgütünün egemenliğine bir biçimde son verildi.
Doğrusu bu yaklaşımı anlamakla birlikte, yine de içime sinmeyen bir takım rahatsızlıklarım var. Herşeyden önce yakın tarihimize müracaat ettiğimde karşıma çıkan ilk gerçeklik şu oluyor. 1984 yılından başlayarak Abdullah Öçalan’nın yakalandığı 1998’e kadar PKK’ye ev sahipliği yapan kimdi? Suriye. Hafız Esad rejimi. O zaman Afrin’nin Esad rejimine geçmesi demek sınır güvenliğinin garantiye alındığı anlamına gelmez. Çünkü Esad rejiminin varlığı ‘’Beka’’ sorununun çözüm garantisi değil.
Membiç ve Afrin arasında sıkışıp kalacak olan Zeytin Dalı operasyonunun akibeti ne olacak? Bu konuyu da gelecek yazının problemi olarak kabul edin ve gelecek yazıyı bekleyin?