Masamda Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ünün son baskısı duruyor. 2 Cilt. Ciltlerin her biri 10 santimden geniş.
Eskilerin ifadesiyle tuğla gibi iki cilt ama bu ciltler tuğladan daha büyük. İçerisinde 132 bin 334 sözcük bulunuyor!
Ülkemde ortalama bir insan 300 ila 400 sözcük biliyor.
Halbuki “ana sözcük” sayımız 68 bin.
“Kültürlü” dediğimiz bir insan 20 bin sözcüğe sahip. Birinin rahat yazabilmesi için bilmesi gereken sözcük sayısı ise 40 bin.
Dünyası 300 ila 400 sözcükle sınırlı olanlar, milyonlarca takipçi kazanarak fenomen oluyorlar.
Yine o miktarda sözcüğe sahip insanlar kalabalıkları toplayabiliyorlar. Çünkü aynı sözcükleri kullanıyorlar.
Anlamak için zorlanmaya, araştırmaya gerek duymuyorlar.
Cehaletin bu cazibesi, gittikçe daha fazla kendisini üretiyor.
Şöyle düşünüyorlar; Demek ki ben muhteşemim, harikayım ki bu kadar insanı toplayabiliyorum.
İnsanların çok kolay dolandırılmasının tam da bu konuyla ilgisi var. Kitap okuma oranı düştükçe fenomen sayısı, fenomen sayısı arttıkça dolandırılma olasılığı artıyor.
Ne demişti kabzımallıktan futbol yorumculuğunun zirvesine çıkan Erman Toroğlu:
“Kabzımallık bana futboldaki hıyarları tanımayı öğretti.” Çünkü 300-400 sözcüklük kitle “hıyar” sözcüğünü bilir. Dil kardeşliği bu.
Aynı Toroğlu, bir birim verip milyon birim almak isteyen futbol dünyasından isimlerin dolandırıldığı olay için de “Yahu bu akılla nasıl futbol oynamışlar, hayret ediyorum!” dedi.
Halbuki o futbolcular kendilerini akıllı zannediyorlardı.
Bizde futbolcu eğitimi diye bir şey yoktur, o nedenle teknik adamlar önemli olur. Sana kafanı nasıl kullanacağını ben söylerim mantığı.
Ne var ki bizim teknik adamlarımızın sözcük sayısı da futbolcuyu aşamadığından onu da dışarıdan transfer ediyoruz.
Tüm bunları bir şey demek için yazdım.
“An itibariyle Hükümet politikalarından en beğendiğiniz hangisi” diye sorsam, AK Parti’ye oy verenler ve vermeyenler aynı konuda birleşir “Dışişleri” derler.
Cumhurbaşkanını bir kenara koyarsak dış politikanın iki önemli ismi kim? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve MİT Müsteşarı İbrahim Kalın.
Hakan Fidan “Bilgi Çağında Diplomasi” başlıklı doktora tezi yazmış bir akademisyen ve bilimsel yayınları var.
MİT Müsteşarı İbrahim Kalın ise onlarca kitap yazan biri. Beni etkileyen iki kitabını yazayım: “Ben, Öteki ve Ötesi” ve “Akıl ve Erdem.”
Sözcük sayıları fazla olunca dünyayı algılamaları da, çözüm yolları da başka oluyor.
Geçen hafta Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı “Uluslararası Stratejik İletişim Zirvesi” yaptı, İstanbul’da.
İletişim Başkanı Fahreddin Altun ve açılış konuşmacılarını saymazsak 36 yabancı, 7 Türk konuşmacı vardı. Bizimkilerin biri hariç hepsi uygulamadan geliyordu!
Uygulamacılar deneyim ve izlenim paylaşabilirler. Ancak bu tür zirvelerde “bilgi”nin önceliği olmalıdır. Ülkemizde stratejik iletişimin akademik çalışmalarını yapan insanlara özel önem verilmelidir.
Zira ABD öyle yapıyor, akademik bilgisi olanı öncelikli yapıyor.
Aynı tarihlerde bizde de “Siyaset, Seçimler, Medya ve İletişim Yönetimi Sempozyumu” vardı, online’dı, mekan sınırlamasını kaldırmıştık. Her yerden bağlanılabilinir, izlenebilirdi.
Ne yazık ki dinleyiciler arasında bir tek siyasetçi olmadığı gibi, o siyasetçilerden para kazanan danışmanlar da yoktu.
Hatta, danışmanlardan biri “başka işi olduğu” gerekçesiyle bildirisini sempozyumdan çekmişti.
Sonuç?
Siyaseti, sosyal medyası, özel ilişkileri bilgiden uzak, “ben zaten biliyorum” odaklı bir cahiller toplumu olunca, dedikodu üzerinden çevremizi kuşatan bir zincire hapsolduk.
Hadi geçmiş olsun.
NEDEN İNSANLAR AŞIRI SAĞA OY VERİYOR?
En son, Hollanda’da aşırı sağ lider seçim kazandı. Dünyanın en rahat /
sorunsuz ülkelerinden biri sayılır Hollanda.
Önceki hafta Arjantin’de öyle oldu.
Daha önce İtalya, Macaristan, Finlandiya’da aşırı sağ iktidara geldi. Fransa’da ve Almanya’da yükselişleri sürüyor.
Analizlerde neden olarak Covid 19 sonrası yükselen ekonomik krizler gösteriliyor.
Doğru mu? Doğru ama eksik.
Zira ekonomik krizlerin normal koşullarda sol partileri yükseltmesi gerekmez miydi?
Öyle olmuyor.
İşin özü seçmenle kurulan iletişimde yatıyor.
Siyaset kurumu, kapitalizmin krizlerine çözüm bulmakta yetersiz kalınca seçmende güvensizlik oluşuyor.
Bu güvensizliğe cevabı üç yerden veriyor aşırı sağcılar;
Birincisi, yaşanan sorun her neyse onun sorumlusu olarak ülkedeki yabancıları gösteriyorlar. Ve onlardan kurtulmak gerektiğini savunuyorlar.
Yabancıları günah keçisi ilan etme stratejisi uyguluyorlar.
İkincisi ise güvensizliğin kaynağı olarak gösterilen tüm kurum, yapı ve söylemlerin tersini benimsiyorlar.
“Merkez Bankası kapatılacak”, “Müslümanlar sınır dışı edilecek”, “Ukrayna’ya yardımlar kesilecek” vs.
Üçüncüsü, mevcut yöneticilerin krizden çıkışı sağlayacak güçte liderlik algısına sahip olmayışları.
Sonuçta, seçmenin ruh halini çözmeden hayata geçen tüm iletişim yöntemleri başarısız olmaya mahkumdur.
ATATÜRK’ÜN HATIRASINA SAYGISIZLIK
1951 yılında DP tarafından çıkarılan “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” var.
5 maddeden oluşuyor ama aslında tek madde: Atatürk’e hakaret edenler ve büstlerine zarar verenlere hapis cezası öngörüyor.
Bir ara kaldırılması bile tartışılmıştı. Bence kaldırılması yerine yenilenmesi şart oldu.
Bir kere, Atatürk’e karşı suç işleyenlere hapis cezası vermek yerine, Atatürk’ü öğrenmelerini sağlayacak bir ceza yöntemi, yorumu gelmeli.
Örneğin Nutuk’u okumaları ve sonrasında sınav yapılması gibi. Öğretmek, hapse atmaktan daha yararlı olmaz mı?
Üstelik bugün, Atatürk’e zarar veren durumlar hakaret ve büstlere zarar vermenin çok ötesine geçti.
Atatürk’ün bir pazarlama malzemesi yapılmasının önüne geçilmesi gerekli. Abuk sabuk reklamlarda Atatürk’ü kullanmak önlenmeli.
Mesela “Papa Johns’tan büyük boy pizza alana Pepsi hediye” reklamına Atatürk fon yapılmamalı ya da McDonalds hamburger reklamında kullanamamalı.
Yapay zekâ adı altında Atatürk’ün fotoğraflarıyla oynanması yasaklanmalı.
Atatürk’ün sesi ve görüntülerinin yapay zekâ ile yeniden üretmesi engellenmeli.
Sosyal medyada Atatürk’e benzeyen kişilerin para toplamasına izin verilmemeli.
Acilen, Atatürk’ün hatırasına saygısızlığın önüne geçebilmek için, ilgili Kanun güncellenmeli.
KİŞİSEL GÜNDEMİM
Bir, Ankara’nın banliyölerinde üst üste gürültü cinayetleri işleniyor. Olayın kendisinden çok daha tuhafıma giden şey, neredeyse herkeste silah olması durumu.
Evde, trafikte canı sıkılan silahı çıkarıp ateşliyor. Bir tür Teksas’a dönmüş durumdayız. Dilerim İçişleri Bakanı Yerlikaya, bu operasyonlarını hızlandırıp çoğaltır.
Kentleşmeyi, gecekonduları yıkmak olarak anlayınca, yerine yapılan binalar gecekonduların üst üste yığılmış hali oluyor.
Ortak yaşama kültürü gelişmeyince “başkası rahatsız olur mu” kaygısı da olamıyor.
Evde top oynayan, zıplayan, yüksek ses müzik dinleyen, televizyon açan, tamir yapan, çekiç kullanan insanlar diğerlerine hayatı zehir edebiliyor.
Bina yönetimleri ve belediyeler “ortak yaşam kılavuzları” aracılığıyla insanları eğitmezse ve binalar yapılırken ses yalıtımına dikkat edilmezse daha çok cinayet işlenir, size diyeyim.
İki, Faruk Bildirici, ücret karşılığı reklam alan, şirketlerle iş birliği yapan gazetecileri eleştirerek “Gazetecilik meslek örgütlerinin bu durumu neden seyrettiğini” merak ettiğini yazmış.
Faruk’un yaptığı “tecahül-ü arif”, bildiğini bilmezlikten gelme sanatı.
Gazetecilik meslek örgütü diye bir şey ülkemizde etkisiz elemandır, nedenlerini de yaza yaza yoruldum.
Önce “gazeteci” kavramının tartışmaya açılması gerek. Kim gazeteci, kim değil ülkemde karışmış durumda.
Örneğin seçim sürecinde “Özgür Özel kazanırsa mesleğimi bırakırım” diyen Barış Yarkadaş hangi mesleğini bırakacak? Televizyonda yorum yapmak gazetecilik sayılmalı mı? Bence sayılamaz.
Bir sohbet programında soru soranlar gazeteci midirler?
Üç, futbolcuları dolandıran Denizbank çalışanı bankacı jeoloji mühendisiymiş. Buradaki mantık şu, insan çalışa çalışa her işi öğrenir, bankacılığı bile.
Öyleyse, üniversitelerdeki tüm bölümler kapansın, tek bir üniversite eğitimi olsun. Nasılsa sahte cerrahlar bile gördük, değil mi?
Dört, Fazıl Say’ın kendisini ifade çırpınışlarına bir anlam vermek zor. Her “hıyarım var” diyene bir tuz yetiştirme derdine düşüyor.
Acilen ya kendine huzur verecek uğraşlar bulması gerekiyor ya da kızgınlıklarını notalara dökmesi.
Nadiren bulduğumuz dünya çapında bir müzisyenin ruh hali hepimizin sorunu olmalı.
Beş, önemli sanat eleştirmenlerinden Saltz’ın, Refik Anadol’un dijital eserlerini “sıradan bir ekran koruyucu”ya benzettiğini okuyunca “tam da budur” dedim.
Bize sanat diye dayatılan dijital şovların sanat olduğunu asla düşünmedim, düşünmüyorum, düşünmeyeceğim.
Altı, Özgür Özel bir opera sanatçısının elini öpünce ülkemizin bir kesiminde yoğun tartışmalar yaşandı.
Sanatçıydı, değildi, dünya çapında mıydı, değil miydi, öpmeliydi, öpmemeliydi vs.
Ve fakat ülkemin en önemli ve en eski sanat, edebiyat yazarı Doğan Hızlan bu konuya hiç girmedi, gitti “Türk operaları ne zaman sahnelenecek” diye bir yazı yazdı.
İçinde sahne var, opera var yani gündemi yakalamış oldu.
Ülkem medyasında uzun zaman köşe tutmanın dersini verecek isimdir Doğan Hızlan. Hiçbir tartışmaya girmez, suya sabuna dokunmaz, böylece hem medya ömrü uzun olur, hem de her jüride, her kurulda baş köşe oturtulur. Acıklı.
AKLIMDA KALAN
“Algı nasıl yönetilir” sorusu: Algı yönetiminde üç önemli konu vardır; Sözcük seçme, zamanlama, gösterme. Bu üçünü iyi yönetenler algıyı yönetebilirler. İsrail-Gazze sorununda durum tam da bu. Sözcükleri seçiyorlar, “rehine” sözcüğünün karşısına “suçlu” sözcüğünü koyuyorlar. İsrailliler “rehine”, Filistinliler “suçlu” oluyorlar. Medya da bunu yayıyor, en son The Guardian, İsrail’in kavramlarıyla haber yaptığı için eleştirildi. Zamanlama ise, karşı tarafın hep en zayıf ya da mesaja en açık olduğu zamanı belirlemekle ilgilidir. Gösterme ise, kendi haklılıklarını ya da uğradıkları haksızlıkları gözler önüne serip, karşı tarafı göstermeme işidir. Rehine takasında da aynısı oldu. Üstelik İsrailli rehinelerle, Hamas üyeleri arasında sevgi bağı görüldüğü anda o görüntüler de kısıtlandı. Ayrıca algı yönetiminin başarısının kalıcı olması için algısı yönetilen konunun da etik, haklı ve doğru olması lazımdır, aksi halde süreçte oluşan algı bozulur. Şimdilerde dünya kamuoyunun İsrail’in karşında yer almaya başlaması örneğinde olduğu gibi.