Alex, Fenerbahçe kariyerini yazdı...

Fenerbahçe'nin efsane futbolcusu Alex De Souza, Sarı-Lacivertliler'de geçirdiği günleri kaleme aldı. 2004'ten 2013'e kadar geçen 9 sezonu anlatan Alex'in yazısı sosyal medyada gündem oldu.

Fenerbahçe'nin unutulmaz isimlerinden Alex de Souza, futbol kariyerine dair uzun bir yazı ele aldı. Şimdilerde Sao Paulo'da görev yapan Brezilyalı, The Players Tribune için bir mektup yazdı.

Alex de Souza'nın ifadeleri şu şekilde;

Sokakta şortuyla ve üstünde bir tişört olmadan top oynayan çocuğun içine kaç tane hayal sığabilir? Dışarıda dolaşırken ve böyle bir görüntü ile karşılaştığımda düşündüğüm şey tam olarak bu…

Curitiba’da bir kaldırımda, Sao Paulo’da bir viyadükte, Belo Horizonte’de bir çiftlikte, İstanbul’da bir meydanda, garajlarda, toprak alanlarda, tepelerde, plajlarda, nehir kenarlarında… Bütün bu yerlerde mutlaka şortunu giymiş yalınayak veya üstsüz topa vuran bir çocuğu görürsünüz. Bazen topun kendisi olmasa da buruşturulmuş bir kağıt parçası, bazen bir portakal, bazen de bir meşrubat şişesinin kapağı. Ve bu çocuk hep gülümser. Bu hiç değişmez. Bu görüntülere bakıyor ve düşünüyorum: Bu derece basit ve mutluluk dolu bir an içine kaç tane hayal sığdırabilir?

Belkide bu soru kendime olmalı. Geçmişi düşündüğümde gözümün önüne gelen görüntülerde, top oynamadığım bir an bile yok. Sanırım ben top ile birlikte doğdum, adeta ayağımda altıncı bir parmak gibi. Annem hayır diyor, abartıyorsun. Ama bence doğduğum an beni gördüğünde dikkatinden kaçırdı. Top oradaydı.

Peki benim içime kaç hayal sığıyordu? Eğer solak bir orta saha oyuncusu yerine bir şair olsaydım “dünyanın bütün hayalleri” diyebilirdim. Tökezlediğimde de, başarıdan başarıya koştuğumda da bütün hayallerimi futbol sayesinde yaşadım. Bu şansa sahiptim. Teşekkürler Futbol!

Tamamı ile başardım. 20 senelik futbolculuk kariyerimde 1000’den fazla maça çıkıp 423 gol atabildim. Lakin bunları başarırken yaşanılan sıkıntılı süreçlerden de bahsetmek lazım. Pişmanlık veya acı verdiğinden değil. Lakin insan bazı şeylerin farkına yaş ilerledikçe daha rahat varabiliyor.

Bugün 44 yaşındayım ve Sao Paulo u-20 takımının teknik direktörlüğünü yapmaktayım. Benim görevim, daha kısa bir süre önce sokakta üstsüz ve şortlarıyla gülümseyerek topa vuran çocuklara antrenman yaptırmak, eğitmek, rehberlik edip onlarla konuşmak. Futbol gibi tatlı hayaller kurduran, başarı ve zenginlik sağlayan sporun bazen beraberinde tatsızlıklar da sunabileceğini onlarla konuşmak bana ızdırap veriyor olsa da yapıyorum.

“Her zaman hafızanızı taze tutun ve sabırlı olmayı öğrenin” diye tavsiyede bulunuyorum çocuklara…

Yolunuzda karşınıza çıkan aksilikleri unutmamak için hafızanıza ihtiyacınız var. Sabır ise bu aksilikleri yaşayınca vazgeçmemek için..

Benim bunu öğrenmem zaman aldı. Çünkü kimse benimle bunları konuşmadı. Futbolun içerisindeki çoğu kişi, saygısızlığın oyunun bir parçası olduğunu benimsemiştir. Toprak ve çimen gibi. “bu böyledir. Bu tür şeyler var ve buna ne yapabiliriz? Durup sürekli şikayet mi edeceğiz? Kötü hissettirmesine izin mi vereceğiz? Erkek misin? Değil misin?

Fakat böyle olmak zorunda değildi. Pek Az insan bunlar hakkında konuşmayı tercih ediyor ama ben konuşmak isterim. Çıplak ayağa karşı çıplak ayak!

Mesela daha henüz yeni bir başlangıç yapmışken ve tek başına büyük bir şehire taşınmışken.. Bir gün antrenmanda veya maçta her şey kötü gidiyor ve tesislere bitap şekilde gelmişken bu duyguları kiminle konuşabilirsiniz? Duvarla.

44 yaşındayken rahat rahat konuşabiliyorsunuz. 18 yaşındayken herşeyden vazgeçme niyetindesiniz. İşte futbolcular bu tür durumlar için eğitilmiyor.

Ben inanıyorum ki eğitim, sadece altyapıda oluşturduğumuz futbolcu veya insan profilini iyileştirmek için araç değil, futbolun kendisini iyileştirmek için araç olabilir.

Hemen hemen hepimiz basit birer ailenin, herkesin iyi olduğuna inanmak isteyen basit çocuklarıyız. Futbolun maalesef “ bak, sen şimdi korneri kullanacaksın, kötü de kullanacaksın, ve sen azılı bir suçluymuşsun gibi arka tribündeki seyirci sana hakaret edecek, belki sana çeşitli maddeler atacak, sana tükürecek” durumuna hazırlayacak bir üniversitesi yok.

Üzücü ama bu tip bir çok durum var.

Hiç bir yönetici sana bir gazetecinin sırf seninle röportaj yapabilmek adına sana methiyeler düzüp sonra televizyonda kaçırdığın bir gol için yerden yere vuracağının uyarısını yapmaz.

Sadece gazeteciler de değil, futbolu takip eden halk bile profesyonel futbolun haftalık çalışmasından bihaberdirler. Hele ki futbolcunun verimine kişisel ve psikolojik durumların etki ettiğini hiç düşünmezler. Bu kişiler pazarda domates seçer gibi haftanın kahramanını ve kötü adamını seçme hakkını kendinde görürler. Çürükleri eleyin misali…

Bir şey daha: Hiç bir menajer sana başka şeylere de odaklanmanı, öğrenmeye açık olmanı, eğitim almanı, futbolu bırakınca hayat için hala çok genç olacağını sana öğütlemez. Hiç kimse sana bir çarşamba günü aldığın bir darbeden dolayı dizini parçalandığında ya da bir derbide penaltı kaçırdığında günah keçisi ilan edilip kariyerinin ölebileceğini ve hemen o hafta kariyerini gömmek zorunda kalabileceğini anlatmaz.

Bu sürekli olan bir şeydir. Çocukken Kurduğumuz hayalleri yıkan kabuslar gibidir. Futbol’da sadece bir pozisyon hayatları, hikayeleri yaratabilir veya mahvedebilir. Ama bunları konuşmaktan hoşlananlar kim ki? Dinleyen kim?

Babamla küçükken topa vururken veya bir kadın takımında oynayan teyzelerimi kamyonla izlemeye giderken ben de bunlardan bi haberdim. Biz Jardim Campo Alto’da yaşıyorduk. Curitiba’nın bir bölgesi. Evimiz tahtadandı, tuvaletimiz bahçemizdeydi. Normal bir tuvaletle ilk tanıştığımda 10 yaşındaydım. Daha önce bildiğim, dolduğunda babamın boşattığı bir helaydı.

Bizim orada top oynadığımız sahanın adı Sapolandia’ydı (Kurbağa Toprakları). Özellikle yağmur yağdığında bir çok kurbağayı da çalımlamak durumunda kalıyorduk. Bu yüzden adı Sapolandia’ydı. Adeta bir bataklığa dönüşüyordu. Ama altına şortunu geçirmiş, üstsüz bir şekilde ayağında topla bütünleşmiş bir çocuk için herşey birer hayal ve eğlenceydi.

İlk olarak kilisede futbolcu olacağımı hissettim an, kilisede gerçekleştirilen bir kermesi sırasındaydı. Orada insanlar plastik bir palyaçonun bir topun rahatlıkla geçeceği kadar büyüklükte açılmış ağzından topu geçirme oyunu oynuyorlardı. Başarana tavuklu yemek ödülü vardı. Ben ve babam oraya gittik ve denemeye karar verdik. Babam denedi denedi ve başaramadı. Ben onun nasıl yapamadığına anlam veremiyordum. Çünkü palyaçonun ağzı da oldukça büyüktü.

Babam beni çekti ve “Alex, sen dene sıra sende’’ dedi.

İlk denememde topu palyaçonun ağzından geçirmeyi başardım.

İkinci denememde yine başarılıydım.

Üçüncüsü… üçüncüsünde de topu palyaçonun ağzına sokmayı başardım.

Palyaçonun ağzından soktuğum altıncı veya yedinci toptan sonra oyunun başında duran adam geldi ve “bu çocuğu buradan alın, bu oyuna katılmasını yasaklıyorum” dedi.

Eve çok mutlu döndüm. Yemeği de garantiye almıştım. İlk defa o gün sol ayağımın iyi işler yapabileceğinin farkına vardım.

Ancak, ilk başlarda oluşan bu cazibe, gerçek dünya futboluna girince dağılmaya başlıyor. Seneler boyunca şu hikayeyi duydum “Ahhh Alex koşmuyor. Alexotan”.

Bunları duydukça ne hissettiğimi kimse bana sormadı. Ama ben anlatayım…

Başlarda Coritiba’dayken kafama takmıyordum. Çünkü gerçekten koşmama gerek yoktu. Ben topu koşturuyordum. Maçları kazanıyorduk ve herkes çok mutluydu. Ama maç kaybedince bu şaka rahatsız edici şekle bürünüyordu. Sanki insan değilmişim de kermesteki o palyaçoymuşum gibi hissettiriyordu. Ve henüz 17 yaşındayken…

Çok agresif bir davranış şekliydi.

Benim karakteristik özelliklerimi tartışmayı kabul edebilirim. Sahada nasıl daha fazla katılımcı olabileceğim yönündeki görüşleri de göğüsleyebilirim. Problem değil. Ama asıl mevzu bu değildi. Amaç dalga geçmekti. Daha farklı deyişle, başkasının kafasına basıp yükselmekti. Yalan değil, benim için çok ağırdı. Çok…

Bununla başa çıkabilmeyi oynayarak oynayarak ve oynayarak öğrendim. Tabiki okuyarak ve başka şeylere, başka insanlara, dünyaya ilgi duyarak. Bana parmağını kaldırıp “böyle oynamaya devam edersen oynamayacaksın” diyen Palmeiras’ta Zinho’ydu. Çok sinirlendim, tartıştım hatta kavga ettim. Ama hemen sonra anladım.

Oynama şeklimi değiştirmem gerekiyordu çünkü Palmeiras’ta seviye yüksekti. Takım içi rekabet fazlaydı. Maçlar ve rakipler çok zorluydu ve bu takımın parçası olmam için kendimi geliştirmek ve takım içi katkımı artırmak için farklı davranmak zorundaydım. Böylece değiştim. Ama bu bahsettiğim “Ahh Alex koşmuyor, Alexotan”, fıkrası ben jübile yapınca “Ahh Alex koşmuyordu, Alexotan” a dönüştü. Hala devam ediyor, halen ağır geliyor..

Ben utangaç ve içe dönük biriyim. Ve bu özelliğim, dışardan gelen bu kötü duyguların bende çok daha ağır etki yapmasına sebep oluyordu. Okumak bana bu noktada yardımcı oldu.

Coritiba’da ilk başladığımda kamplarda oda arkadaşım, kariyerinin sonuna gelmiş olan Ademir Alcantara adındaki bir futbolcuydu. Bir gün bana Garrincha’nın biyografi kitabını verdi ve “Bak çocuk, futbolda en fazla sahip olacağın şey boş zaman olacak. Kamplar, havaalanı, otobüs, otel, çoğu zaman yapacak bir şeyin olmayacak. Kitap sana iyi eşlik edecektir”. Çok haklıydı. Şansıma o zamanlar telefon, sosyal medya da yoktu. Dolayısıyla okumayı kendime alışkanlık edindim. Bunun. Bana sağladığı en büyük fayda zamanımı doldurması değildi. Böylece Meraklı tarafım uyandı.

Mesela Palmeiras’taki zor başlangıçta ilk olarak dine merak sardım. Katolik, Evanjalist, Ortodoks kiliselerine gittim. Candomble, umbanda hepsine gittim. Papazla ve oraya gelenlerle konuştum. Onlara Çok soru sordum. İnsanları seviyorum ve hikayelerini dinlemeyi de severim. Ama bunu daha çok büyük baskı içerisinde bir nefes almak, bir rahatlama duygusu yaşamak için yaptım. Bazen faydası oldu, bazen olmadı. İşin gerçeği, ben adaletsizliğe uygun biri değilim.

Belki o yaşlarda bir rehberlik alsaydım, size bahsettiğim kurbağa toprakları Sapolandia’da biri bana futbolun adaletsizliği de içerisinde barındırdığını bana anlatsaydı, futbolun sadece gol ve kutlamadan ibaret olmadığını anlatsaydı belki daha farklı göğüsleyebilirdim. Bilmiyorum…

Hikayemi dürüstçe anlatmak, duygularımı filtrelememek, kariyerine yeni başlayan çocuklar için yapabileceğim en önemli şey. Bu gençlerin rüyalarının, kabusların altında ezmemesini sağlamalıyım.

Bizler insanız. Ve hislerimizi yaşarız. Bazısı bi şekilde diğeri farklı şekilde.. Bazısı fazla bazısı az. Ben bir dünya kupasında forma giyememenin (özellikle 2002 Dünya Kupası) kötü hissini yaşadım. Palmeiras’la Libertadores kupasını almışken, Dünya Kupasına giden eleme maçlarının hepsinde oynamışken…

İşin özü, hayatta yaşadıklarımız bizi oluşturur. Köşebaşını döndüğümüzde karşımıza ne çıkacağını da bilemeyiz.

Dünya Kupası kadrosuna çağırılmadıktan sonra büyüleyici bir Cruzeiro dönemi geçirdim. Herşeye ve herkese öfkeli şekilde oynadım. Kupalar kazandım, iç huzurumu buldum. Daha sonra karşıma dönmem gereken bir köşebaşı daha çıktı. Ama bu sefer hayal kırıklıklarıyla değil. Tam tersi, beni Türkiye bekliyordu. Fenerbahçe’de yaşadığım senelerin en çılgın seneler olacağını hayal bile edemezdim. Kelimelere dökmek gerçekten çok zor. Ama deneyeceğim…

Türkiye’deki futbolun eşsiz olduğunu düşünüyorum ve başka hiçbir şeye benzemediğine eminim. Herkes kulübüne tutkuyla bağlı. Evet, Brezilya’dan daha kuvvetli bir tutku. Lakin çok temel bir farkla…

Herkes rakibi ıslıklıyor, rakip futbolcuyu ıslıklıyor. Ama sanki bir limit var ve o sınır geçilmiyor. Bana her zaman Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor, Bursaspor taraftarı tarafından iyi davranıldı. Havaalanında, sokakta beni gören rakip takım taraftarları gelip benimle gayet hoş muhabbet ediyorlardı. İşte bu yüzden Türk halkına olan sevgimi hiçbir şey silemez. Benim için unutulmaz bir tecrübeydi…

Kulüpten ayrıldığım gün evimin etrafını çeviren insanları hatırlıyorum. Duvarlardan atlayıp, evin bahçesine girip, kilometrelerce öteden herşey için teşekkür edip elimi sıkmaya gelen insanları unutmuyorum.

Hemen hemen bir hafta süren bu nöbet günlerinden birinde ailemle evde otururken kapı çaldı. Devasa biri çıktı karşıma. Gözüm bir yerden çıkarıyordu bu kişiyi ama o an nereden olduğunu bulamadım. Daha önce hapse girmiş çıkmış Galatasaraylı bir fanatikti.

Eee şimdi ne yapacaktım?

Kapıyı açtım ve adam bana: Merhaba, benim için bir kaç forma imzalayıp bir de benimle fotoğraf çekilir misin?

Ben: Tabiki, içeri gir.

— Alex, bize az çektirmedin. Ama sana hayranlık ve saygı duyuyorum.

Bana sarıldı, teşekkür etti ve gitti. Çılgınlık!

Rekabet orada büyük. Fenerbahçe x Galatasaray maçları adeta birer savaş. Sen lig şampiyonu olabilirsin ama eğer rakibine kaybettiysen, tam bir şampiyonluk sayılmaz. Eğer her ikisi de şampiyon olmadıysa da tüm muhabbet ligi diğerinden üstte bitirmek üzerine. Ben bunları büyük yoğunlukta yaşadım.

Tam 8 sezon. Şampiyon olup, gol kralı olup, Şampiyonlar Ligi’nde grup aşamasını geçerken, hayatımın en memnuniyet verici duygularını yaşadım. Çeyrek Finalde Chelsea’ye karşı oynadık ve daha ileri gitmemiz işten bile değildi. İçeride kazandık ve Londra’da 2-0 mağlup olduk. Her şeyi bir kenara bırakıp Futbolun ne kadar harika bir spor olduğunu bir kez daha hatırlatan gecelerden biriydi…

Çok güzel anılardı. Bir keresinde Fenerbahçe tarihinin en büyük oyuncusu Lefter ile öğle yemeği yemeye gittik. 80 Li yaşlarındaydı. Konuşma sırasında takılarak “benim heykelim varsa, Alex’in de olmalı” dedi. Heykel de yapıldı.

Bir keresinde, askerlik görevini yaparken ayağını kaybeden Murat isminde bir taraftarın yeni bir protez için protez modelini değiştirmesi gerekiyordu. Teknoloji ve detaylı bir çalışma gerekiyordu. Doktorlar ona birinin ayağının modelini seçmesini istiyorlar ve o 80 milyonluk ülkeden benim ayaklarımı istediğini söylüyor. Bugün bile konuştuğumuzda bana artık onun da “de Souza” olduğunu söylüyor.

Bütün bu yaşananlar sonunda bana kalan, Cruzeiro’daki geri dönüşümün Türkiye’de bir hayat tecrübesine dönüşmesiydi. Orada yaptığım işten keyif almayı ve futbolda yeni bir ortamda çalışmanın hep mümkün olduğunu öğrendim. Bu nokta, geleceğini kuran gençler için önemli bir ayrıntı.

Hayal kurmaya tekrar başladım. Yalın ayak kurbağa çalımlayan çocuğum tekrardan. Palyaçonun ağzına yedi kez topu sokan çocuk oldum yine. Şunun farkındayım ki; yaşananlar, başarılanlar veya kazanılanlardan daha çok, geride kalıcı olan hep “duygular” oluyor. Duygular kalıcı olduğuna göre, onlara iyi bakmalıyız. Onları hafızamızda iyi saklamalıyız.

İşte bu yüzden bugün bir antrenör ve eğitmen olarak, kariyerimde mutlu olduğum anları hatırlamayı seviyorum. Tıpkı İstanbul’da Fenerbahçe’nin futbolcusuyken yaşadığım yıllar gibi. Bütün bunlar, Futbol’da hayallerin kabuslardan daha fazla olduğunu bana hatırlatıyor.

Tek ihtiyacımız olan, şortlu tişörtsüz top peşinde koşan çocukların ışıklarının sönmemesini sağlamak.

DEM Parti ile ortaklık CHP’ye pahalıya patladı mı? Mauro Icardi'den Wanda Nara'nın sevgilisi L-Gante'ye tepki Reytingler artmazsa dizi ekranlara veda edecek
Sonraki Haber