Ara Güler'in asıl hayalini biliyor musunuz?
SuperHaber röportaj editörü Hülya Okur bundan tam 11 yıl önce 70'li yaşlarının son demini yaşayan usta foto muhabiri Ara Güler ile söyleşi yapmıştı. 90 yaşında aramızdan ayrılan usta isim o gün patronunu nasıl dövdüğünü, Picasso ile yaşadıklarını, Nazım Hikmeti, İstanbul'u yani sevdiği her şeyi anlattı. Usta isim "Sizden geriye hangi fotoğrafınızın kalmasını istersiniz?" sorusuna ise "Hiç biri kalmasın da kurtulalım bu dertten" demişti...
Hülya Okur 11 yıl önce genç bir gazeteci olarak Ara Güler'le yaptığı söyleşi öncesi ve sırasındaki hislerini “Eski bir fotoğrafımın, çatlamış jelatini gibi bir kırıklık, burukluk hissederim diyordum, onun ustalık serüveninden konuşurken. fakat fotoğraf çekerken kapanan tek gözün, diğerine faydasının olmadığını kabul eden, sebatkâr bir dev vardı karşımda. O öyle bir azumet yaşattı ki bana, sanki “konuşmayalım, patlayan flaşların sesi ve ışığı herşeyi söyler der” gibiydi. Fakat ben ilk kez fotoğrafların ayaklı çerçevesiyle karşı karşıyaydım. Duymak istediklerim vardı karanlık odasını, dünyanın ortasına kurmuş Ara Güler’den..." sözleri ile özetlemişti...
Hülya Okur o gün yaptığı röportajdan geriye kalanları ise;
"Asıl hayalinin piyes yazmak olduğunu biliyor muydunuz büyük ustanın? Hatta bu hayalinin onu götürdüğü yerde; Yaşar Kemal ve Orhan Kemal'in jüri üyesi olduğu bir hikaye yarışmasında 3.cülük bile var. Sonrası mı; Yeni İstanbul Gazetesinde tanıştığı fotoğrafçılık tıpkı izdivaç gibi, hep isminde hep yanında hep gözünün önünde! Sonra gazetecilik büyür kucağında. Hatta yazarların gazeteciliğin önüne geçmesine tepkisi büyük olur: "Yazarlar öyle fiyaka yapmasın, hiç mühim adamlar değillerdir" der.
Eşi Suna Hanım için "Onun yanında çöpçü olamam" diyerek tüm dünyaya vefasını ilan eden büyük usta, diğer sanatçılarla da eşit tutulmak istemez aslında. Ve yaptığı işi 'Fotoğrafçılık'olarak değil foto muhabiri olarak ayırır ve tanımlar tüm hatlarıyla.
"Ben insanları hayatın içinde çekmeyi seviyorum" diyerek, fotoğrafla hakikat arasında bağ kurulmasını tenbihler. Fotoğraflarla konuşur ve yalan söylediğinde anlayacak hale gelir. "Eskiden fotoğraf yalan konuşmazdı ama şimdi konuşuyor" diye sitemini bildirir en sevdiğine. Ve dünyaya.
Ara Güler: "Devrimizin bir kopyası olarak gelecek nesillere transfer adamlarız" diye ifade etse de geleceğe bıraktığı mirası, "Sizden geriye hangi fotoğrafınızın kalmasını isterdiniz" şeklindeki soruya hiç beklenmedik bir cevapla karşılık verir: Benden geriye hiç bir fotoğrafım kalmasın!
Aslında fotoğraflarla kurduğu ilişkinin, bırakıp giden bir tarafı olmasını istememek gibi algıladım ben bu cevabı. Kim bırakıp giderse, kalana haksızlık etmiş olur, hissiyle!" sözleri ile özetliyor...
İşte Hülya Okur'un 5 Kasım 2007'de Ara Güler ile gerçekleştirdiği söyleşinin ayrıntıları...
HÜLYA OKUR- Cumhuriyet'in 17 ailesinden biri Güler Ailesi. Babanız Dacat Güler, Şebinkarahisar'dan İstanbul'a okumaya yollanmış, I. Dünya Savaşı'nda tüm ailesini kaybetmiş biri. Ara Güler hayatı ve kendini buradan mı fotoğraflamaya başlamıştır acaba?
“HAYAT MECMUASINDA PATRONU DÖVDÜM”
ARA GÜLER- Hiç böyle bir şey düşünmedim.Düşünmediğim bir şey söyledin. Ben fotoğrafçılığa, gazetecilikle başladım. Eskiden daha evvel sinema ile uğraştım, uzun müddet. Tiyatroyla uğraştım. Konservatuara gittim falan derken Yeni İstanbul’a 1948’de girdim.1950’ de iyi vaziyete geldim. Ondan sonra da askere gittim. Gelince Hürriyette çalıştım. Ondan sonra Hayat mecmuasında çalıştım.Ondan sonra yine Hürriyette çalıştım, Hayat mecmuasından sonra. Patronu dövdüm. Oradan çıktım, ben bu insanlarla çalışmam dedim.Ondan sonra Paris Match’ın, Time’ın muhabiri oldum. Dünya basını da bu kadardır zaten. Geri kalanı düddürük mecmualardır.
HÜLYA OKUR- 1928 yılında Taksim'de doğdunuz. Babanız Beyoğlu'nda Hacopuna Pasajı'nda eczacılık yapan Dacat Güler, anneniz ev hanımı Verjin Güler'in oğlusunuz. Kısa pantolonlu bir çocukluk fotoğrafınızı konuşturmanızı istesem, nasıl bir çocukluk geçirdiğiniz ortaya çıkar?
“BABAM, ECZACIYDI… VERDİĞİ REKLAMLARI TAKSİM MEYDANINDA GÖRDÜM”
ARA GÜLER- Ben zengin çocuğuydum aslında. Düşün ecza deposunun sahibinin oğlusun… Hacopuna Pasajı'nda. Babam eczaları getirirdi. Bir eczaneydi ama. İşin toptancılığı falan da vardı. Sonra babamın yaptığı işlerden bir tanesi, biricik acı badem kremleri. Arda kremleri. Silva kolonyaları. Bunlar hep onların çıkardıkları mallardı. Ben hatırlardım ki, Taksim de ilanı vardı babamın. Biricik acı badem kremleri” diye büyük reklamı vardı. Ben 8 yaşındaydım galiba. 10 Yaşında ya vardım ya yoktum. Ben yaşımı da bilmiyorum ama ben 10 yaşındayken Atatürk öldü.1938. Erdal İnönü benden 2 yaş büyüktür.
HÜLYA OKUR- Sahip olduğunuz ilk makine bir fotoğraf makinesi değil. İlki; bir yılbaşında, babanızın size hediye ettiği 35 milimetre bir sinema makinesi. Sinemadan resme sizi mükerrem kılan yani size ikram olunmuş özelliğiniz olarak neyi görüyorsunuz?
“ASIL İSTEDİĞİM; HİKAYE, PİYES YAZARI OLMAKTI”
ARA GÜLER- Ermanan Kinoks III. O zamanın çok iyi makinelerinden biriydi. Projeksiyon makinesi kaleleri vardı. Evde oynatırlardı. O zamanlar 16’lık film yoktu, icat edilmemişti düşünsene…Şimdi benim istediğim neydi biliyor musun? Ben edebiyata meraklıydım. Hikayeler yazıyordum hep.Benim hikayem üçüncü olmuştu. Samim Kocagöz birinci oldu. Vüs’at O. Bener ikinci oldu. Ben üçüncü oldum, 1950′de Yeni İstanbul gazetesi ve New York Herald Tribune gazetesinin ortaklaşa düzenlediği Dünya Hikaye müsabakasında. Türkiye’den. Yaşar Kemal,18’nciydi mesela...Jürisi de Selahattin Eyüpoğlu, Orhan Veli falan…O zamanın hitleri.Hikaye, piyes yazarı olmak istedim. Böyle acayip şeyler yapmak istedim. Hiç bir zaman da aklımdan fotoğrafçılık geçmezdi. Ama beni aldılar. Bu apartmanın içinde otururduk.(Beyoğlu-Tonton mah.Tosbağa sok.No:8) Üstü katından Abdülkadir bey otururdu. Abdülkadir beyle bunlar hep poker oynarlardı.Ondan sonra beni Yeni İstanbul gazetesine muhabir olarak koydular işte…
HÜLYA OKUR- Lise’den sonra iktisat fakültesine başladınız. Ve ilk olarak Yeni İstanbul gazetesinde, basında çıkan ilk fotonuz da: O zamanlar adına Ticaniler denen gerici bir grubun Atatürk'ün Gümüşsuyu'ndaki heykelini kırmalarının görüntüsü olmuş. Fotoğraf çekmek en çok sipariş olduğunda mı, bir habere araç olduğunda mı kolayınıza geldi?
“GAZETE BASILANA KADAR ÇALIŞIRDIK, ŞİMDİ ÖYLE Mİ?”
ARA GÜLER- Yazı işleri müdürü ne derse. İstihbarat şefler vardı. . İstihbarat Müdürü, oraya kimin ne yapacağını yazar.Sende okursun kendi satırını.Seni nereye gönderdiyse oraya gidersin. Saat 4’e, 5’e kadar falan. Gazeteye gitmen lazım ki, o filmleri yıkayasın ve haberi veresin. Biz gazetede çalışırken, 2:00’de, 1:00’de eve giderdik. Yani gazete dönmeye başlayınca giderdik. Yani basıldığı zaman. Hep gece hikayesiydi. Pek vakit kalmazdı.
HÜLYA OKUR- 1954'te, askerden döndükten sonra Hayat dergisi, Time, Paris Match, Stern gibi dergilerin muhabirliğini yaptığınızdan bahsettik. Anı donduran, tekniği, optikle buluşturan şeyin ‘haber’ olması bu merakınızı daha mı arttırdı ve haberin fotoğrafın içeriğiyle bağlantısız olması gibi bir durum yaşadınız mı?
“YAZARLAR ÖYLE FİYAKA YAPMASIN. HİÇ DE MÜHİM ADAM DEĞİLLERDİR.”
ARA GÜLER- Bizim gazetecilik, yazara yardımcılık gibi bir olaydır. Halbuki gazetecilik hiç de o değildir. Burada foto muhabirlerini aciz görürler ama aslında Time vs de bir foto muhabiri, 5 bin dolar alırsa ayda, bir yazar 1000 dolar alır. Hikaye budur. Burada tam tersidir. Yazarlar çok mühim adam gözükür. Vietnam harbinde 96 kişi ölmüştür. 91 kişisi foto muhabiridir. Yazarlar öyle fiyaka yapmasın. Hiç de mühim adam değillerdir.
HÜLYA OKUR- Bütün zulu, meşakkati çeken muhabirlerdir. ..
ARA GÜLER- Tabi ki her zaman öyledir.
HÜLYA OKUR- Atölyenizin telefonundan telesekreterdeki ses:” Burası foto muhabiri Ara Güler'in bürosudur” dermiş. Sanatçı olarak anılmak istemeyişinizin altında, creative ve üstün tarafınızın bu ülkede sanatçı olanlar gibi ezilip gideceğine inanmanız mı yatıyor?
“SANATÇILARLA KENDİMİ EŞİT BULMUYORUM!”
ARA GÜLER- Bir sürü lüzumsuz şeye sanatkâr denir Türkiye’de. Halbuki hiçbir şey değiller. Kendimi onlarla hiçbir zaman eşit bulmuyorum doğru…
HÜLYA OKUR- 45 yaşında evlendiğiniz arkeolog ve editör eşiniz Suna Güler’in resimden bakan Mona Lisa gibi çerçevelere sığdırdığınız bir yüzü var mıdır? Zira kendisinin ifadesi şu: “Ara fotoğrafla ilgilenirken, yanında baygınlık geçirirseniz bile dikkatini çekmez.”
“SUNA HANIM’IN YANINDA BEN ÇÖPÇÜ OLAMAM”
ARA GÜLER- Ben hiçbir böyle bir şey dediğini bilmiyorum. Suna hanımın kim olduğunu biliyor musun sen? Siyasi bir ailedir. Ağaoğlu sülalesidir. Samet Ağaoğlu vs…Teyzesi milletvekilidir. Annesi önemli şahsiyettir. Öyle biridir yani. Fena mı? Ben onun yanında çöpçü olmam…
HÜLYA OKUR- Aslında siyah-beyaz fotoyu seviyorsunuz…Fakat sizden renkli istedikleri için çekemediğinizden dem vuruyorsunuz…Günümüzde de digital teknolojilerin fotoğrafın varlığını tehdit ettiği söylenmekte ve bundan dolayı fotoğrafın yakın bir gelecekte tümüyle yok olacağına inanılmaktadır. Bu tür kabuk değişimleri fotoğrafın doğası için tehlikeli buluyor musunuz?
“FOTOĞRAFIN İKİ BUUTU VAR AMA YÜRÜRSEN ARKA TARAFA GEÇECEKSİN GİBİ HİSSEDERSİN!”
ARA GÜLER- Hiç de öyle değildir. Ben gazeteci olduğum için, gazeteler hep renkli istiyor, bütün dergiler renkli basılıyor. Nerede siyah beyaz? Koymaz röportajı, para alamazsın. İşin raconu bu. Ne istiyorlarsa onu çekiyorsun. Digital fotoğrafı düne kadar tutmuyordum ama şimdi baktım ki, digital fotoğraf çok daha iyi bir noktaya gidiyor. Bir filmi eskiden cama çekiyorlardı, sonra jelatine çekmeye başladılar, şimdi her şey elektroniğe gidiyor. Onun gibi bir değişimdir. Elektronikte daha temiz negatifler de verebilir. Daha güzel baskılar da verebilir. Tek bir kusuru vardır o da 3 buutlu olmuyor bu iş. 3 buutu yok. Fotoğrafın da 3 buutu yok. 2 buutludur ama hisler, sana verdiği his içinde sanki, yürürsen arka tarafa geçeceksin gibi gelir. Halbuki şimdi digital baskılarda hiç böyle bir olay olmuyor. Derinliği yok. Belki bulurlar bilmiyorum ama tekniğin ilerlemesidir neticede.
HÜLYA OKUR- Marc Rıboud (fotoğrafçı) sizin için: “Dostluk onun için sansasyonel bir haberden daha önemli. Ancak onu da kaşla göz arasında yapıyor.”demiştir. Bir dostunuzun hiç istemediği bir fotosunu koleksiyonunuza kattığınız yada dostunuzla, fotoğraf arasında kaldığınız oldu mu?
ARA GÜLER- Benim arkadaşımdır öyle demiştir ama hiç düşünmedim ve yaşamadım böyle bir şey.
HÜLYA OKUR- Düşünmek fotoğraftan önce mi sonra mı yapılmalıdır? Yani çekim anında oluşan düşünce, fotoğrafçının bilincini bulandıran ve fotoğraflanan şeyin özerkliğini yok eden bir şey midir? Fotoğraflara bakarken görünenin ötesinde bir şeyler mi aranmalıdır?
“RÖPORTAJCI GİDER AMA GİTTİĞİ ADAM, FOTOĞRAFÇI MI, FUTBOLCU MU BİLMEZ!”
ARA GÜLER- Bir röportaja gittiğinde o röportajı bilmen lazım. Gittiğinde karşına kimin çıkacağını… Bertrand Russell’a gidip röportaj yapacağın zaman, bütün kitaplarını okumuş olman lazım. Herif gider, röportaj yapar. Kime gittiğini bilmez. Senin fotoğrafçı değil, futbolcu olduğunu da zannedebilir. Böyle muhabirler var. Bir sürü aptal röportajcı var ortalıkta.
HÜLYA OKUR- Fotoğraftaki üstü örtük anlam, dünyayı fotoğraf makinesinin kaydettiği biçimde kabullenirsek dünya hakkında bilgi sahibi olabileceğimiz midir? Yani dünyayı olduğu gibi kabul etmemekle başlayan anlama ediminin tam tersi midir fotoğrafçılık?
“FOTOĞRAFÇININ DERDİ, ROMANTİK OLSUN, BÜYÜK FOTOĞRAFÇI DENSİN, ÖRNEĞİN; NURİ BİLGE CEYLAN”
ARA GÜLER- Ya kardeşim sen 15’nci asrı nereden bileceksin? Hititleri nereden bileceksin? Kalan belgelerden, heykellerden, kabartmalarından bileceksin. Onun için bizim yaptığımız her şey devrimizin bir kopyası olarak, gelecek nesil’e transfer adamlarız. Bir foto muhabirinin vazifesi budur. Fotoğrafçının değildir. Fotoğrafçının derdi; romantik, aman ne güzel olsun, büyük fotoğrafçı densin…Nuri Bilge Ceylan. Bu oyundur. Halbuki bizim yaptığımız; realiteden bir parça koparıp, o zamanının hayatını getirip, tarihe mal etmemizdir. Onun için biz çok daha mühim işler yapmaktayız. Hiç kimse farkında değil. Ne kadar enayi adam varsa, bugün foto muhabiri olarak ortada dolaşmaktadır.
HÜLYA OKUR- Tanınan bir fotoğrafçı olmak, insanların resmini çekmek istediğinizde gülümsemeleri, doğallıklarını yakalayamamanız bakımından ne kadar dezavantajını yaşadığınız bir durum?
“BEN İNSANLARI HAYATIN İÇİNDE ÇEKMEYİ İSTİYORUM”
ARA GÜLER- Ben insanların resimlerini zaten öyle çekmek istemiyorum. Ben insanları hayatın içinde iken yaptıkları şeyle; sevinirken, üzülürken, onun gibi şeyler çekmek isterim.
HÜLYA OKUR- Paul McMillen'le yaptığınız konuşmada, ‘‘Fotoğraf yalan konuşamaz. Çünkü dili yoktur yalan konuşmak için,’’ demişsiniz. Fotoğrafın en aldatıcı tarafı nedir?
“ESKİDEN FOTOĞRAF YALAN KONUŞMAZDI AMA ŞİMDİ KONUŞUYOR ”
ARA GÜLER- Demişimdir. Şimdi artık bu digital fotoğrafla ,yalan konuşan fotoğraf yapılabilir. Eskiden konuşmazdı. Fotoğraf hakikati gösterirdi. Ancak şimdi herifi alırsın, herif hayatında New York’a gitmemiştir, New York’ta yürürken çekebilirsin.
HÜLYA OKUR- Gökyüzü cisimleri, nesneler ve objeler…ve tabiat oyunları neden içinde insan olmadan sizi kendine çekememiştir?
“HERŞEY FOTOĞRAF DEĞİL, YAŞAM DİYE BİR ŞEY DE VAR!”
ARA GÜLER- Aslında ben yıldızlara bakmaktan çok hoşlanırım. Benim Ayvalıkta bir evim var. En üst katına çıkıp, yıldız seyrederim. Dünyada yalnız fotoğraf diye bir şey yoktur ki. Yaşam diye bir şey var. Mesela elma yemek vardır, havuç yemek vardır, dayak yemek vardır…Her şey vardır.
HÜLYA OKUR- Oscar Wilde’ın, Dorian Gray’in Portresi adlı kitabının önsüzündeki söze katılıyor ve Fotoğrafla sanat arasındaki farkı; “Sanat yalandan doğar, yalan söyler, olmayan şeylerden sanat yapılır.” Şeklinde anlatıyorsunuz. Peki Sanatı herhangi bir malzeme ile bir dışavurum olarak kabul edersek bu malzeme ses, söz, nota, yazı, boya, beden, kil, taş vb. olabildiği gibi fotoğraf da olamaz mı?
ARA GÜLER- Tabi ki o da tarihe kalsın diye bırakılan bir malzemedir.
HÜLYA OKUR- Çetin Altan: “Çalıştığı alanda hayatını riske etmiş bir adamdır. Tabanca çekmekten daha hızlı fotoğraf çeker ve akıp giden hayatı bir anda dondurarak onu resmeder. Bunu Allah bile yapamaz bazen. “demiştir sizin için. Peki anları sabitleyen fotoğrafın insana iç karartısı, geçmişi yakalayamama öfkesi de verdiğine inanıyor musunuz?
ARA GÜLER- Bana göre yok. İç karartıcı olamaz.
HÜLYA OKUR- Cumhuriyet'te yayınlanan 70'li yıllardaki terör olaylarının resimlerini de siz çekmiştiniz. Bugünkü terörün içinde yakalanan acı anların arasında bir alamet-i farika fotoya rastladınız mı?
ARA GÜLER- Şimdi acayip şeyler çekiliyor, gazetecilik bakımından. Rastlıyorum evet.
HÜLYA OKUR- Roland Barthes'ın dediği gibi 20. yüzyıl’ın imgeler çağı olduğunu düşünüyor musunuz? Fotoğrafçılığın çeşitli tema ve konular altında yarıştırılmasını, meslek kursları içine alınmasını ve üniversitelerde alan açılmasını fotoğrafçılığın geleceğe taşınması açısından nasıl görüyorsunuz?
“TÜRKİYE’DE TÜRBAN GELİYOR, TÜRBAN GİDİYOR, ONLAR ZATEN FOTOĞRAFI BİLMESE DAHA İYİ!”
ARA GÜLER- Hiç duymadım bu ismi. Olsun tabi. Böyle bir şeyin var olduğunu anlarlar. Türkiye’de bir takım şeyler hiç bilinmez. Türban geldi, türban gitti. Bununla uğraşan bir ülkedeyiz. Fotoğrafı bilse ne olacak o zaten. Bilmese daha iyi.
HÜLYA OKUR- Bertnard Russel’ın fotoğraflarını çekmiştiniz. Kitabının kapağının arkasındaki boş sayfayı göstererek imza istediniz. Fakat sonra imzayı tarihiyle atmayı unuttuğunu fark ettiniz. Fotoğrafını çektiğiniz ünlüler çektiğiniz fotoğraf kadar mı konuşuyorlardı?
ARA GÜLER- Sen okudun mu o kitabı?
HÜLYA OKUR- Hayır. Ama göz attım.
ARA GÜLER- Herkes her şeyi konuştu o kitapla ilgili. Kitabın adı da, “Yeryüzünde Yedi İz”
HÜLYA OKUR- “Dünyalar kurmuş sanatçılar vardır, İşte bu kitabı onlara ithaf ediyorum” sözleriyle başladığınız Yeryüzünde Yedi İz’ kitabında önce: Bertrand Russell,Tennessee Williams, Louis Aragon, William Saroyan, Marc Chagall, Salvador Dali, Pablo Picasso’nun fotoğrafları geliyor, sonra yazılar. Yazılar okununca tekrar fotoğraflara bakmak gereksinmesi duyulsun diye mi böyle bir dizgi yaptınız?
ARA GÜLER- Yok. Önce fotoğrafları, arkasından yazıları koyduk. Bakmasınlar!
HÜLYA OKUR- Tarih 20 Nisan 1971, Salı. Size neyi hatırlatıyor? Evet o gün Sallanan koltuğuna oturmuş, İspanyolca şarkı söyleyen Picasso’nun karşısındasınızdır. “Benim resmimi imzam için alıyorlar” diyen Picasso için fotoğrafını çekmekte aynı amaç için miydi?
“PİCASSO RESMİMİ ÇİZMEK İSTEDİ AMA KAĞIT BULAMADIM!”
ARA GÜLER- Picasso’nun ben hiç durmadan resmini çektim. Hiç durmadan. Tık tık tık. 4 gün. Hatırlıyorum ki, yüksek bir yere çıktım. Yüksek bir yerde duruyordu, senin gibi. Ben de oradan çektim. Life’da çıktı bütün bir sayfa. Ama orada şarkı söylemiyordu. Bana dedi ki: “Ne diye bu kadar çok resmimi çekiyorsun?” Ne yapayım, sen çok meşhur oldun ondan dolayı dedim. Olmasaydın, o zaman çekmezlerdi dedim. O da: Sen bu kadar çok resmimi çekiyorsan, bende senin bari resmini yapayım” demez mi abi? Dünyanın en büyük ressamı, bana dedi ki: “Resmini çizeyim senin!” Bul bana boş bir kağıt dedi. Ulan odada ararız, çizilmemiş, boş kağıt yok. Kağıt bulamıyorum. Herif zaten 84 yaşında. Gittim oradan bir kitap buldum. Kitabın birinci sayfası boş olur ya! Buraya çiz dedim. Oradan koparırım zannettim. Verdim, çizdi. Sonra kitaba baktım ki, 50 adet basılmış o kitap. O da antika. Bu sefer koparamadık içinden. Duvara asamıyorum abi. Türkiye’de bir tane Picasso var. O da benim evdedir. O da desendir. Tablo değil. Onu duvara da asamıyorsun. Onun için röprodüksiyon yaptım onu Fransa’da. O röprodüksiyondur aslında. Bizim evden Picasso’yu çalarlarsa, çalmamış olacaklar…(gülüşmeler)
HÜLYA OKUR- Marc Chagall’ın fotoğraflarını da Yakından, uzaktan, merdivene oturmuş, tırabzana dayalı, daha birçok pozisyonda çekmiş fakat yine de tam istediğiniz olmadığını söylemiştiniz. Sizi çekim sırasında en çok yoran hal ve tavır nedir?
“DONUK ADAMLARIN FOTOĞRAFINI ÇEKMEK ZORDU.”
ARA GÜLER- Dünyada bazı adamlar vardır. Donuk durur. Bu da onlardan biriydi. Çok zordu onu çekmek. Mesela Kenneth Galbraith vardı, o da onlardan biriydi. Kennedy'nin Hindistan büyükelçisiydi. Donuk heriflerdir. Bunların resimlerini çekmek gayet zordur. Herif zaten 2,5 metre boyunda. Objektife sığmıyor.
HÜLYA OKUR- “Eğer ben bu insanların fotoğraflarını çekmese idim, Türk Edebiyatı Yüzsüz (100 süz) kalacaktı.’’ Dediğiniz eserinizde, Edebiyatçıları koltuğunun altında taşıyan adam Halim Şefik Güzelson, “Korkunç sigara içerdi”diye anlattığınız Halide Edip, Beyoğlu'nun yağlı yakalı trençkotlu gezgini Sait Faik Abasıyanık ve “fotoğrafını çektiğimi hep gizledim”dediğiniz Nazım Hikmet vardı. Edebiyatımızda bu yüzlerin fotoğrafları kadar baki kalacağına inanıyor musunuz?
“BEN ÇEKMESEM HİÇ OLMAYACAKTI FOTOĞRAFLARI!”
ARA GÜLER- Çekmesem hiç olamayacaktı. Hadi bul bakalım nereden bulacaksın..Nazım Hikmet zaten 15 sene hapiste yattı. Nerden bileceksin, nerede hangi fotoğrafı olduğunu…
HÜLYA OKUR- “İstanbul'da doğdum, İstanbul'da yaşadım, İstanbul'da öleceğim, “Eski İstanbul Anıları” doğup büyüdüğüm şehre olan borcumdur”diyorsunuz. Peki size makruz edilen yani borç verilen şeyler neler İstanbul’da?
“İSTANBUL İNŞALLAH ONLARIN TEPESİNE YIKILIR!”
ARA GÜLER- Görüntüsü. İstanbul’un görüntüsü çok mühimdir. Şimdi yeni Belediye Başkanı mıdır nedir? Bir takım Araplara bilmem ne satıyorlar. Şimdi sen düşünüyor musun ki, Haydarpaşa’nın oralara, yedi tane büyük bina yapacaklarmış. 40 katlı, 50 katlı. Böyle bir İstanbul düşünüyor musun? Üstüme yıkılır, bu İstanbul benim ya! Ama inşallah onların tepesine daha yapılmadan yıkılır. Kurtuluruz. Nereden çıktı bunlar ya?
HÜLYA OKUR- Ticari boyutu var hocam, tarihi boyutu değil.
ARA GÜLER- Türkiye ticari boyutunu düşünmeyecektir. Çünkü ben öyle istiyorum.
HÜLYA OKUR- L. Fritz Gruber’in “Ara Güler, fotoğraf hasadını dünyanın dört bir yanından derlerdi ama, yüreği hep doğduğu kentte, Boğaziçi’ndeki o düş kentinde çarptı.” demesinin yanında sormak istiyorum, fotoğraf karelerine yakışan en güzel kent İstanbul muydu?
“İSTANBUL KADAR HİDİSTAN DA, ENDONEZYA DA …GÜZELDİ”
ARA GÜLER- Tabi İstanbul’du. Ama daha güzel yerlerde var aslında. Hidistan, Endonezya, Burma…Başkaları da vardı.
HÜLYA OKUR- Bill Gates, Spielberg, Albert Einstein’ı ve Chaplin fotoğraflarını çekmek istediğiniz ünlüler arasındaydı. Hatta Chaplin’i fotoğraflamak için İsviçre'de evinin bulunduğu Vevey'e bile gittiniz, kar, kış demeden kiraladığınız arabanın içinde evinin önünde beklediniz. Bu tür hırsların bir iki kare dışında bir ispatı var mıydı başkalarına?
“SHARLOK, EİNSTEİN, PİCASSO DIŞINDAKİLER HA YAŞAMIŞ, HA YAŞAMAMIŞ!”
ARA GÜLER- Sharlok dünyanın en büyük adamıdır. Sharlon gibi üç tane adam sayabilirsin dünyada. Bir tanesi Sharlok. Bir tanesi Picasso. Bir de Einstein. Gerisi ha yaşamış, ha yaşamamış.
HÜLYA OKUR- Sizden geriye hangi fotoğrafınızın kalmasını istersiniz?
“BENDEN GERİYE HİÇBİR FOTOĞRAFIM KALMASIN”
ARA GÜLER- Hiç biri kalmasın da kurtulalım bu dertten (gülüşmeler)
HÜLYA OKUR- İstanbul'da bir otel, sizin “Eski İstanbul Anıları” kitabınızdan sayfaları koparıp çerçeveletmiş, duvarına asmış. Ve siz de onları mahkemeye vermişsiniz. Fotoğraflarınızın müzelik tarihi içinde korunamamasının mecmua arşivlerinde yer tutmasıyla ne kadar ilgili?
“BASIN MÜZESİ NE İŞE YARIYOR? HASTANE AÇSINLAR ONUN YERİNE!”
ARA GÜLER- Basın müzesi var. Selahattin Giz öldü. Makinesini bile almadılar. Birkaç fotoğrafıyla kaldı. Bu basın müzesi neden var yahu? Neye var? Kapatsınlar. Hastane açsınlar onun yerine. İşe yaramayan bir basın müzesi.
HÜLYA OKUR- Fotoğraf bulunduktan sonra tüm argümanlarını, söylemini, resim üzerine kurmuştur. Bir resmin fotoğrafını çekmeye göre, fotoğraftan resim yapılabilmenin daha mümkün ve akılcı olduğunu düşünüp, fotoğrafın resmin önüne geçtiğine inandığınız oldu mu?
“KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ GİBİ MESELA…”
ARA GÜLER- Tabi. Mesela Osman Hamdi’nin o meşhur eseri vardı ya! Bilmem kaç satıyordu. Kağlumbağa terbiyecisi falan. Gidip de 400 bin dolar falan fiyat çekilen. O zaten resimden çizilmiştir. Burası Tosbağa sokak. Belki Kağlumbağa terbiyecisi bu sokaktaydı. Tosbağa, kurbağa demektir. Öyle diyelim de meşhur olsun sokak. Zaten meşhurdur da gerçi.
HÜLYA OKUR- Doğan Hızlan; Ben her zaman amatör profesyonelleri sevdim. Ara'ya hayranlığımın sebebini böyle açıklayabiliyorum. Demiştir bir köşe yazısında. Sizin çekici tarafınız, çocukça başlayan bir hevesin, büyük işlere imza atması mıdır?
ARA GÜLER- Evet. Tek kelimeyle. Güzel söylemiş.
HÜLYA OKUR- Siz Türksünüz ama anne ve babanız Ermeni. Meslek hayatınızda sayısız ödülün sahibi olsanız da, 50’nci yılınızda size Türkiye Ermenileri Patriği 2'nci Mesrob’un taktığı liyakat nişanının özel bir anlamı var. Bu nişan ve anne-babanızın etkisiyle Türk-Ermeni ilişkilerini, yasa tasarısını yorumlasanız…
“TÜRKİYE’DE YAŞIYORSAK, ERMENİ DİYE BİRŞEY YOKTUR”
ARA GÜLER- Türkiye’de Türkler yaşar kardeşim. Bak anam bu, babam da bu. Bu da Ermeni Patriğinin verdiği ödül. Ermeni, mermeni yok kardeşim. Türkiye’de yaşıyoruz. Böyle şeylere inanmıyorum.