Araştırmacı Ahmet Sazkaya vefat etti. Yazar Selahattin Yusuf, Sazkaya'ya duygusal bir yazı ile veda etti.
Alyans Araştırma'nın Yönetim Kurulu üyesi Ahmet Sazkaya vefat etti. Yazar Selahattin Yusuf 55 yaşında vefat eden Sazkaya'nın ardından "Güle Güle Ahmet Abi" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Selahattin Yusuf, duygu yüklü yazısında Ahmet Sazkaya ve kardeşi Recep Sazkaya ile tanışma öykülerini ve onlardan gördüğü desteği anlattı...
Varyans Araştırma'nın yönetim kurulu üyesi Ahmet Sazkaya 55 yaşında vefat etti. Sazkaya, Varyans Araştırma'nın Yönetim Kurulu Başkanı Recep Sazkaya'nın da ağabeyi idi.
Kadim dostlarından yazar Selahattin Yusuf, Ahmet Sazkaya'ya duygusal bir yazı ile veda etti.
İşte Selahattin Yusuf'un Ahmet Sazkaya ile dostluklarının öyküsünü anlattığı o yazı...
GÜLE GÜLE AHMET ABİ
1997 yazı mı, 99 mu acaba? Küçük Ayasofya civarında metruk sayılır, bir külliye gibi bir yerdeyiz. Ben Ankara’dan gelip gidiyorum zaman zaman. Bir çok insan. Kasım, Alişan Tiryaki abi ve daha niceleri. Hepsi bir yerlerden toparlanıp düşüp gelmişler. İşe, şehre, okula veya ne bileyim neye kenarından ucundan tutunmaya çabalıyorlar. Ben de okulu bitirmişim ve bir gazetede hesapta yazmaya başlamışım. İşmiş gibi. Aklımız havada, geleceğimiz ondan da yukarıda bir yerlerde salınıp duruyor. Yön bulamıyoruz. Ahmet abiyi ilk orada tanıştırıyorlar. Kardeşi sevgili Recep Sazkaya’yı daha önce Siyasal’dan tanıyorum. Ama nasıl tanıyorum? Ankara İçcebeci’deki kampüsten bizim. Okulun, derslerin, hocaların, kaldığım yurdun ve amfi duvarlarının benden nefret ettiğini hissettiğim zamanlarda, paranın kendisinin de bizzat benden, adres vererek nefret ettiğinden şüphelendiğim günlerden birinde, yanıma yaklaşmış ve gururumu zarifçe bertaraf ederek, tanışmıyor olmamıza aldırmadan bile ve bütün tanışıklıklardan elbette ki daha derin bir aşinalığa binaen, teklifsiz, cebime para koymuştu. O anı hiç unutmam ve niçin saklayayım? Şu üç günlük dünyada hem de. Şu ciğeri beş para etmez yalan dolan dünyada. Şu hırsın, birbiri omuzuna basmanın ve dünya hevesinde öne geçmenin bir takıntı gibi ruhumuzu sarıp sarmaladığı leş ortamda hem de. İşte o Recep abinin karındaş ağabeyi Ahmet Sazkaya’yı, yukarıda anlattığım şartlarda, Küçük Ayasofya’da kaldığımız başıbozuklar yurdunda o yaz tanımıştım. Tanışmak değildi. Ezeli bir aile ferdiniz, hiç görmediğiniz bir kardeşiniz veya ağabeyiniz talihin bir cilvesi olarak bir gün karşınıza çıkarsa size ne olur? Bana da o olmuştu işte. Bir akşamüstüydü. Toprağı kazmaktan geliyordu. Biz kendi aramızda, yaşı daha küçük olanların ağızlarında tatlı tatlı dolanan, takılıp muhabbet ettiğimiz bir uğraşıydı o zamanlar onun. Yani Ahmet ağabeyin bir takıntısıydı o zamanlar toprağı kazmak. Her şeye tutularak sürüklenen güzel Ahmet ağabeyin zararsız, renkli ve naif bir zaafıydı işte. Tafsilatının inanın önemi yok. İşte oradan yeni gelmişti o akşamüstü. Daha yeni. Çamurlu ayakkabılar, dizlere kadar çekilmiş cam göbeği renkli kumaş pantolon, gömlek ve daha yukarıda iyice kazınmış bir sarı kafa, arkasını gösteren çakır gözler, geniş çocuk yüzünün tamamına birden rahatça taşmış bir çocuk gülümsemesi. Davranışlarında parıldayan bir aldırmazlık. Ama ham ervaha mahsus bir aldırmazlık mı? Haşa, değil. Güngörmüş, ıstıraptan gelmiş, çelik çomak oynamış, yalınayak koşmuş, sırtında yük taşımış, zaten sonradan gidip göreceğim geldiği yerleri, zavallı güzel anacığının elinden kaymak bal yiyeceğim, Rize’nin ormanlarından, yoksul yaylalarından ve derelerinden uzayıp gelen bir kaderin ucundaki aldırmazlıktan bahsediyorum. Hayatı yok sayarak ona üstün gelmiş bir gözü peklikten bahsediyorum. Günlük gaile küçük geliyor sanki ona. Hep başka bir konusu var kafasında. Konusu onu içinden güldürüyor sanki sürekli, gıdıklıyor da kendini biraz konuşabilelim diye tutuyor gibi. Gözleri bu gizli didişmeyle hep parıltılı. Kollarını, yine güleç, sıyırıyor dirseklerine kadar. Bakkaldan domates, salatalık ve ekmek alıyoruz. Yine mi Ahmet abi? Kasım’la gülüşüyoruz. Ama siz ona takılırsanız, o üste beş daha koyar ve geri çekilirsiniz. İnsanlarını, ahbabı peşinen ve kavi, arkasını aramadan seven biri. Mizahı sarıp sarmalıyor, güç yetiremiyorsunuz. Bize genişçe bir sahanda büyük, çok büyük, kastını aşacak kadar büyük bir çoban salata hazırlıyor ve etrafına diziliyoruz hepimiz. Etrafına kaşıklar dizili o tepeleme sahanın, hayatımı uzun yıllar boyunca aydınlattığını ve bana yol gösterdiğini söylemem lazım. Hatta itiraf ediyorum, benim “İsa Hanginiz?” romanının ana fikri işte o sahandan doğmuştu. Kitabın teması, manevi yaşantısı yani. Yazarken zihnimde çoğunlukla o sofranın ve Ahmet abinin ruhaniyeti vardı. Hayatın dişlileri arasından şurada burada dökülmüş yongalara benzeyen bir avuç talihsiz evsizin serüveni. Ve onlara hem annelik, hem babalık eden, onları alıp kaçıran, uzaklardaki bir metruk sığınağa yerleştiren, bulup buluşturup doyuran ve sonra para kazanmak için evden ayrılan ağabeyleri. O duygunun üzerine kesip biçtiğim kıyafetler bunlardı. National Geographic kanalında belgesel seyreder misiniz? Arslan ailesi. Değil. Kaplan ailesi de değil. Ürkek ve vahşi Çita ailesi. Çitalardan bahsediyorum, evet. Toparlayıp bir korunağa sığıştırdığı şu kadar baş boğazı beslemek için yuvadan ayrılan Çitadan bahsediyorum. Vahşi doğanın en hızlısı, ama büyük kedilerin en korunaksızı, en zarifi yani. Gücüyle değil, ancak hızıyla hayatta kalabilen bir tür değil miydik? Öye miydik Ahmet abi? Hayat. İçinde ışığı da olan güzel yoksunluk. Ruhunu cebinde değil, cüzdanında da değil de kanında taşıyan gümbür gümbür adamlar vardır bu hayatta. Neyse. Sonra dağıldık. Bir ara Pınarhisar Cezaevi’ne düştü yolumuz birlikte. Ziyaret için. O zaten orada ve görevliydi. Şimdiki Cumhurbaşkanımız o dönem cezaevine girmişti. Ahmet abi yanında, en yakınındaydı. Beni de götürdü bir gün. Bir akşam daha doğrusu. Dışarısı ana baba günü. Yüreği kabarıp gelen Anadolu insanlarının tertemiz dilekleriyle “Ya Tahammül Ya Sefer” hikayesinin satırlarının gizliden birbirine karışmakta olduğunu hissettiğim o akşam. Birlikte içeri girdik. Başı derde girenin “Ahmet”i ayakta duruyordu. Sanki ceketinin önünü iliklediği için ayrıca utangaç. Şakaklarına kadar güleç ve kızarmış. Terbiyeli, muzip, teklifsiz ve başına buyruk. O sahneyi de hiç unutmuyorum. Ben oturdum. Gadre uğramış ve vakur adamın yanına. Ahmet abi ayakta. Çıkana kadar Ahmet abi ayakta olduğu için çok sıkılmıştım. Çıktık. Sonra Kısıklı’da bir süre daha devam etti görevine. Bir divane olarak. Maddi ve güncel karşılığı olan şeylerden, daha doğmadan evvel, Allah tarafından vazgeçirilmişlere özgü bir safiyetle. O balkon dolusu Milli Gazete balyalarına hayretle bakar sorardım evinde. Ahmet abi ne yapacaksın bunları, hamura mı dönüşecekler bir ara? Gülerdi. Kitap delisi. Hayır, okuduğunu görmedim. Ama toplardı. Bir ara memleketinde bir kütüphane mi ne kuruyorlarmış, anlamadım. Sonra Kısıklı’dan ayrıldığını söyledi. Tuhaf, bambaşka heyecan dalgaları alıp götürdü ve her defasında geri getirdi sürekli onu. Nabzını hep yüksek tuttu. Yoruldu. Ömer Arısoy’la arkasından, hasret gidermek için tabii başka ne için olacak, bazen lafını açardık. Aramızda bir şakası vardı. Döndürür, gıyabında hasret giderirdik. Recep abiyi bir tatlı paylaması vardı, onu taklit ederdim sürekli. Gülüşürdük. Geçtiğimiz akşam, twitter’ı açtım. Ömer Arısoy hesabında bir şey gördüm. Kalakaldım. Telefonumun ekran buğulandı. Yutkundum. Yutkundum. Yutkundum. Şimdi de yutkunuyorum. Güle güle sevgili Ahmet abi. Ahmet abi, güle güle. Ama çok erken değil mi? Çok erken değil mi Ahmet abi?