15 yıldır Türkiye “Arka Sokaklar”ı izliyor.
Geçenlerde ilk defa, kendimi zorlayarak, meraktan 7-8 dakikasına baktım:
Polisler bir zanlıyı, bir mekânda yakalıyorlar.
O sırada dışarıdan ateş açılıyor. Zanlıyı yakaladıkları yerde bırakıp, ateş açanları kovalıyorlar!
Adam da kaçıyor. Onun kaçtığını gören polisler şaşırıyorlar.
Neyse ki başka bir ekip yakalıyor da elindeki silahı alıyorlar!
Dikkatinizi çekerim, daha önce yakalayanlar üst araması bile yapmadan zanlıyı silahıyla bırakıp ötekilerin peşine düşmüşler.
Geri kalmış ülkelerde bile çekilmeyen bu zekâ seviyesinde bir dizi, bizim reytinglerde ilk üçte!
Konumuz zekâ düzeyi tartışmalı bir dizi değil elbette.
Ceren Özdemir’i katleden cani yakalanıp polis aracına alınınca cebindeki bıçağı çıkarıp iki polisi yaralamış!
Bir kısım haberlerde bu ayrıntı yer aldı.
Bir suç makinesini yakalayan polisimiz üst araması yapmamış!
Ülkemizi “Arka Sokaklar” seti sanıyor, emniyetimizi “Müge Anlı”ya teslim ediyoruz.
Ve de…
Ceren öldürülünce, medyamız kadınlara “öldürülmemeleri için” akıllar verdi.
Sığlık, “7 günde kilo nasıl verilir” düzeyinde.
“Kalabalık yerde yürüyün”den, “bağırın”, “sprey sıkın”, “dövüş dersi alın”a kadar.
Bunun bir adım ötesi bireysel silahlanmaya teşviktir.
İnsanlara öldürülmemeleri için tedbir tembihinde bulunmak, öldürülene suçu yüklemek değilse nedir?
Cinayetlere, tecavüzlere kişisel tedbir düzeyinden bakmak, cinayete ortak olmaktır.
Cinayeti Ceren’e, Şule’ye, Ayşe Tuba’ya, Özgecan’a, unuttuk Münevver’e yani kişilere indirirsek, meselenin sistemden kaynaklandığını ertelemiş oluruz.
Ceren’in katilinin suç profiline baktığımız kadar, sosyolojik profiline de bakmamız gerekiyor zira.
Katil bir babanın, yetimhanede işkence görmüş ve intikam hissiyle bir vahşiye dönüşmüş oğlundan tek tek bireyleri kimse koruyamaz.
“NOBEL” ZATEN KİRLİ BİR ÖDÜL
Nobel Edebiyat Ödülü, Srebrenitsa soykırımını inkâr eden, “Boşnaklar kendi kendilerini öldürdü” diyen Peter Handke’ye verilince.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, sosyal medya hesabından “Bu utanç verici karardan geri dönülmelidir” dedi.
Kalın itirazında haklı da, Nobel zaten baştan sona siyaset, kir, ticaret.
Ahmet Hakan da “Nobel benim için bitmiştir” demiş, beni güldürmesin.
2006 yılında Sabah’ta “Nobel bir pazarlama faaliyetidir” yazmışım.
19 Ekim 2015’te, www.nuranyildiz.com ’da da yazmıştım:
“Nobel ödülleri şöyle işler: Bilim ödüllerindeki itibar, siyasi ve edebi ödüllerdeki kirliliği kamufle eder. Nokta.”
ALMANYA BİZE NEYİ GÖSTERDİ?
Almanya’da bir televizyon kanalı Mustafa Kemal’e hakaret etti.
En doğru tavır Ömer Çelik’ten geldi. “Devletimizin kurucusuna saygı gösterilmesi bir entelektüel egzersiz değildir.”
O televizyon kanalı, ifade özgürlüğünü gerekçe gösterebilir. Tamam.
Ama bir de protesto özgürlüğü diye bir şey var.
Almanya’da yaşayan, çoğunluğunun Mustafa Kemal sevgisinden kuşku duymadığımız Türkler organize olarak olayı protesto edebilirlerdi.
Küçük bir grup dışında kimse çıkmadı.
Yurt dışı Türklerden sorumlu Bakanlığımız yaptığı işleri yeniden gözden geçirmeli.
Zira, sınır ötesindeki insanlarımızın sayılarıyla, etki güçleri arasında uçurum var.
İNTİKAM İYİLEŞTİRMEZ
15 Temmuz’da gözünün bebeği oğlunu ve oğlunun babasını şehit vermiş olması Nihal Olçok’a söz söyleme özgürlüğünü verir.
Söylediklerine sabırla, anlayışla yaklaşmak lazımdır.
Ve fakat.
Nihal Hanımın da söylemlerini geçmişin intikamına, öç almaya çevirmemesi gerek.
Öç de, intikam duygusu da hem kaybettiklerinin ruhunu incitir, hem de yaralarını iyileştirmez.
İTİRAZ EDİYORUM
9 yaşında otizmli bir çocuk.
Eğitim için bir yaşam koçuna emanet ediliyor.
Yaşam koçu da çocuğu dövüyor, başına vuruyor, saçını çekiyor, kameralar kaydediyor.
O vicdansıza istenen ceza sadece ve sadece 8 aydan 1,5 yıla kadar hapis.
Tutuklanmıyor bile!
Zarar gören bir çocuk, engelli bir çocuk. Dilsiz bir çocuk, anlatamaz. Kendini koruyamaz. Masumların masumu.
Bu duruma itiraz ediyorum hakim bey. Bu davada toplum adına müşteki olacak kimse yok mu?
BENCE
Bir, Ceren’in katledilmesinden sonra şartlı tahliyelerde “heyet raporu” istenmesi gündeme gelmiş. Meseleleri heyete havale etmek kolay, ama iyi fikir değil.
İki, Doğa Koleji’nin yaşadığı krizle ilgileniyoruz da, özel okullara olan talebin devlet okullarına güvensizlikle ilişkisini kurmuyoruz.
Üç, ayağa kalkmayan şoföre tuvalet önünde oturma cezası veren Güngören Belediye Başkan yardımcısının açıklamasındaki “basına sızmasa iyiydi” falan demesi, yönetici kalitemizi gözler önüne seriyor.
NAMUS NEDİR?
Şarkıcı Sıla, Ahmet Kural krizini atlatamamış gibi.
Aşçı olan yeni sevgilisinin yemeklerine laf etmek “namussuzca olur” demiş.
Namus bu kadar ucuz bir kavram olmasa gerek.
Bende namus ikiye ayrılır; Biri kafa namusudur ve dosdoğru olmakla ilgilidir.
Diğeri masa namusudur, aynı masayı paylaştığın dostlarını satmamaktır.
Öyle homini gırtağa kadar düşmez yani.
PEKİ SONRA?
Yeni nesil oyuncular Melisa Şenolsun ve Onur Tuna, “Şener Şen’le oynamayı çok istediklerini” söylemişler.
Haluk Bilginer’i de istiyorlar.
Hadi bu arkadaşlar çıtayı yukarı koyuyorlar da…
Sonra ne olacak?
Bunların kuşağıyla Şener Şen’lerin kuşağı arasında kocaman bir boşluk var.
İsmi anılan oyuncular köşelerine çekilince çıta kime konacak?
Düzey ayak bileğine inince, çıtaya gerek kalmayacak.
“KURŞUN” DİZİSİ NEDEN BİTTİ?
“Kurşun” dizisinin yedi bölümde bitişi, karşısında başlayan “Kuruluş Osman”la açıklanıyor.
Halbuki görünen köy durumu.
Dizinin tutmayacağını daha ikinci bölümde yazmıştım, yayınlamaya fırsatım bile olamadı;
Bir, Engin Altan Düzyatan’ın “Ertuğrul Gazi”den “savcı”ya atlaması olacak şey miydi? Seyirci bir soluk alsın.
İki, Düzyatan’ın ses tonunu oyunculuğunun önüne koyması iticiydi.
Üç, “Çukur” kuşağı için senaryo fazla durağandı.
Dört, “Kurşun” bir dizi için en olmayacak isimdi.
Beş, Berrak Tüzünataç gibi “her şey olabilir, oyuncu olamaz” birinin “cast”ta ne işi olabilirdi?
Star’ın “Sevgili Geçmiş”i de, benzer gerekçelerle bitiyor.
Söyleyin ülkem dizilerini, söyleyeyim kaç bölüm gideceğini.
BİR TEKNİK ADAM NEDEN TRİLYONLAR ALIR?
Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim, Alanyaspor’u zor yenmesinin arkasından yine, yeni, yeniden bahaneleri sıralamış da sıralamış.
“Santrfor yok”muş, “stoper yok”muş.
“Ben de yoktum” dememiş.
Tüm futbolcular eksiksiz olsa, o takımı ben de yönetirim.
Galatasaray’da kent takımlarını geçtik, ilçe takımlarıyla baş edemeyen bir futbol var.
Spor camiasına soruyorum, ben yanlış mı biliyorum:
Bir teknik adam onca serveti, zaten iyi olan oyuncuları oynatmak için değil, mevcut durumla en iyisini yapmak için almaz mı?
AKLIMDA KALAN
Güzel bir gelişme: Bu köşeden aylardır 23 Nisan’ın 100. Yılı için geriye doğru sayıyorum ve tek tek geri dönüşler alıyorum ya. Bu kez üç büyük şehrimizden birinin başkanı “23 Nisan düzenleme komitesine katılın” dedi. Hangi başkan, söyleyemem şimdilik. Çünkü öyle taleplerim olacak ki, komitedeki ömrüm kısa sürebilir. Mesela “bu kez konserlere para ödemeyin, ücretsiz konser verecek sanatçılara kapıları açın” diyeceğim. “Hiç sanatçı gelmeme riskini göze alın” diyeceğim. “Yoksul semtlerde sponsor çikolatacılar çikolatadan evler yapsın” diyeceğim. “Yetişkinler de içlerindeki çocukları serbest bıraksın, çocuk kıyafetleriyle sokaklara çıksın buna Cumhurbaşkanı dahil” diyeceğim. 23nisanfestivali@gmail.com mail hesabına gelen önerileri de paylaşacağım. @23nisanin100u #23nisanin100ü hesaplarına göndereceklerinizi de… Kaldı 136 gün. E, haydi.