Aynur Tekin koronavirüsle geçirdiği 11 gününü kaleme aldı

Gazete Duvar muhabiri Aynur Tekin, 11 günlük koronavirüs sürecini yazdı. Ölümcül virüsü "Manik depresif bir virüs. Çatkapı geliyor ve apar topar kalkıp gidiyor." şeklinde tanımlayan Tekin, hastalık sürecinde zamanının çoğunu geçirdiği penceresinin önünde çekilen bir fotoğrafı da yazısına kapak yaptı.

Yazısında 7 Mart akşamı Paris'ten İstanbul’a döndüğünü belirten Tekin, 14 günlük karantina sürecine uymadığını "Türkiye’de korona virüsü o günlerde yeni yeni ciddiye alınıyor, önlemler açıklanıyordu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 5 Mart’ta yurt dışından gelenlerin 2 hafta evde kalması gerektiğini söylemişti. Ancak bu bir ‘tavsiye’ niteliğindeydi. Kamu çalışanlarına verilen iki haftalık idari izinler bile henüz başlamamıştı." şeklinde açıkladı.

Tekin, geldikten sonra ikişer kez Marmaray'a ve vapura bindiğini ise şu cümlelerle anlattı:

"Genel sağlık durumum iyiydi, alerji çok ağırdan seyrediyordu. Fakat ertesi günün sabahına kas ağrıları ve halsizlikle uyandım. Hem o gün hem de sonraki gün ikişer kez Marmaray’a ve vapura bindim."

İşte Tekin'in kaleminden yaşadıkları:

Kendimi bildim bileli mevsim geçişlerinde alerjik rinite yakalanır, geniz akıntısının boğaza inmesi sebebiyle öksürürüm. Benim için artık haneden biri olan alerjik rinit bu sene şubat ortasında başladı. Şubat sonunda yapacağım bir haftalık Paris seyahatine kadar atlatmak için elimden geleni yaptım, lakin geçmek bilmedi. Paris’te de beraberdik. Neyse ki son birkaç gün hızını kesti ve bir miktar gezip dolaşmama izin verdi.

Paris’te korona virüsüne dair bir tedirginlik vardı belki, fakat yine de metrolar, meydanlar, restoranlar dolup taşıyordu. Uçaktan inip Orly Havalimanı’nın terminaline girdiğimde ateş ölçmek için termal kamera kullanılmıyor, bebekler zeminde emekliyor, yetişkinler sosyal mesafe olmaksızın yan yana oturuyordu. O anda, “Acaba biz bu korona virüsünü abartıyor olabilir miyiz?” diye düşündüm. Düşüncemin ne kadar isabetsiz olduğunu ilerleyen günlerde anlayacaktım.

7 Mart akşamı İstanbul’a döndüm. Türkiye’de korona virüsü o günlerde yeni yeni ciddiye alınıyor, önlemler açıklanıyordu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 5 Mart’ta yurt dışından gelenlerin 2 hafta evde kalması gerektiğini söylemişti. Ancak bu bir ‘tavsiye’ niteliğindeydi. Kamu çalışanlarına verilen iki haftalık idari izinler bile henüz başlamamıştı.

Genel sağlık durumum iyiydi, alerji çok ağırdan seyrediyordu. Fakat ertesi günün sabahına kas ağrıları ve halsizlikle uyandım. Hem o gün hem de sonraki gün ikişer kez Marmaray’a ve vapura bindim. Bu sürece dair en büyük pişmanlığım bu oldu. Sonrasında evden çıkmadım, fakat bu başkalarını değil kendimi virüsten korumak içindi. Çünkü durumumu virüsle ilişkilendirmiyordum. Alerjinin sebep olduğu kuru öksürükten ve seyahatten yorgun düştüğümü sandım. Belki de ilk beş gün durum gerçekten de böyleydi. Alerji ilacımı almaya devam ettim.

13 Mart Cuma akşamı kendimi çok halsiz hissetmeye ve nefes almamla tetiklenen öksürük nöbetleri geçirmeye başladım. Önceki günlerden farklı olarak ateşim 38,5’a kadar çıktı. Ertesi sabah hemen hastaneye gittim, hekim sırtımı dinledi, ateşimi ölçtü. Enfeksiyon kaptığımı söyleyerek antibiyotik yazdı, öksürüğü alerji ile ilişkilendirdi. Röntgene gerek görmedi. İlaçları kullanınca ateşim düştü. Fakat kuru öksürük ve yoğun kas ağrısı bir miktar olsun hafiflemiyordu. Alerjik rinitin bu denli ağır seyretmesinin mümkün olmadığını düşünmeye başladım ve bir göğüs hastalıkları uzmanı ile görüşmem gerektiğine karar verdim.


Covid-19 teşhisiyle 11 gün yatarak tedavi gördüğüm Süreyyapaşa Hastanesi’nin yerleşkesi çamlarla doluymuş meğer…

1. GÜN

17 Mart’ta Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvurdum. Normalde randevu bulmak çok zor fakat virüs sebebiyle iptaller olunca yer açılmış. Bu sefer direkt röntgene aldılar. Röntgen görüntüsünün viral zatürreyi işaret ettiğini söyleyen hekim, Covid-19 şüphelisi olduğumu belirtti ve hemen enfeksiyon hastalıkları birimi ile iletişime geçti. Bu süreçte beni, kimsenin bulunmadığı fuaye alanına yönlendirdi ve hastane girişinde dağıtılan maskeyi çıkarmamam için sıkı sıkı tembihledi. Muayene sonrası kendi odasını temizletti ve havalandırdı. Bir saat kadar fuaye alanında bekledikten sonra beni telefonla arayarak hastaneye yatırılmama karar verildiğini ve asansör kullanmadan 6. kata gelmem gerektiğini söyledi. Nefes darlığı çekerken altı kat merdiven çıkmak zorladı, fakat hastanelerde tedbir alındığını görmek iyi hissettirdi.

Karantina bölgesi olan hastanenin altıncı katında, tek kişilik bir odaya alındım. Yatış yapıldıktan 1-1,5 saat sonra 3 kişilik gruplar halinde vizit yapan hekimler geldi. Ekibin başında bulunan Selahattin Hoca benimle açık konuştu: “Bu hastalık ilaçla değil, dirençle geçer o yüzden sana mutsuz olmak yasak.” Bu tavır beni yüreklendirdi.

Vizitten birkaç saat sonra korona virüsü testi için bir başka hekim geldi. Önce hastalığın seyrine dair sorular sordu ve test için boğaz ve burundan sürüntü aldı.

Gece öksürük nöbetleriyle uykusuz geçti.

2. GÜN

Test sonucunu beklerken hem viral hem bakteriyel tedaviye başlandı. Antibiyotik, bağışıklık güçlendirici ve sıvı dengesini korumak için izotonik serum verildi. Nefessiz bırakan kuru öksürük ve öksürdükçe kötüleşen karın ve sırt kaslarımdaki ağrı uyumama izin vermiyordu. Bununla beraber ateş, mide bulantısı ve baş ağrısı benimleydi. İki kez ateş düşürücü ve bulantı giderici serum aldım ama ne ateşim düştü ne bulantı geçti. Sık sık banyoya gidip yüzümü ılık suyla yıkadım. Maskeyi çıkardığımda ateşten vişne çürüğü rengini alan yüzümü görüp bir miktar telaşlandım. Yine de kendimi çok endişeli ya da üzgün hissetmiyordum. Aslında genel olarak pek bir şey hissetmiyordum. Sıkılmak, bir an önce hastaneden çıkmak ya da evini özlemek o an biraz lükstü. Daha çok can derdi ile uğraşmak deyiminin anlamını idrak ediyordum.

***

Hastane günlerinde alışkanlıklarım değişti ve ilkleri yaşadım. Bunlardan en önemlisi iştahımın kesilmesiydi. Kendimi bildim bileli, aşkla bağlı olduğum yemekler bir şey ifade etmiyordu. En az 5 gün kendimi zorlayarak birkaç parça bir şey yiyebildim. Susuzluk hissi de yok denecek kadar azaldı. Günü iki bardak suyla bitiriyordum. Fazladan içmeye çalıştıkça yoğun bir mide bulantısı baş gösteriyordu. Yüksek ateşin etkisiyle yüzüm soyuldu. Karın ve sırt ağrısından ne yüzüstü yatabildim ne sırtüstü. Tek çare yan yatmaktı.

3. GÜN

Her sabah 6.30’da kahvaltı servisi yapılıyordu. Görevli, koruyucu kıyafetlerle odaya giriyor ve strafor köpük içine konmuş yiyecekleri masaya bırakıp gidiyordu. Hepsi birbirinden nazik çalışanlardı, bir kez bile “Afiyet olsun” demeden çıkanı hatırlamıyorum. Kendimi zorlayarak birkaç lokma yedim. Her sabah üç, her akşam dört farklı ilaç aldığım için yemek zorundaydım. 11.00 gibi hekimler vizite geldi. Öksürüğü kesmek için yeni bir ilaç vereceklerini söylediler. Mutluydum, dört gözle beklemeye başladım.

***

Çok uykulu günlerimde bile Boğaz’dan geçerken gözlerimi kocaman açar ve Boğaz’ın en eski sakinlerinden fıstık çamlarına bakarım. İstanbul’un en sevdiğim görüntülerinden biridir bu. Covid-19 teşhisiyle 11 gün yatarak tedavi gördüğüm Süreyyapaşa Hastanesi’nin yerleşkesi de bu çamlarla doluymuş meğer. Nefes darlığıyla pencere önünde saatler geçirdiğim günlerde fıstık çamlarını görünce eski bir dostuma rastlamış gibi hissettim. Üstelik pencerenin sağ tarafından da Prens Adaları görünüyordu. Hasta olmasam kafa dinlemek ve manzara izlemek için ne güzel yerdi!

4. GÜN

Birinci Covid-19 test sonucu geldi, negatif. Derin bir nefes aldım. Fakat hekimler, doğruluğundan emin olamadıkları için testin tekrar edileceğini söyledi. Bulantı azaldı, ilk kez ilaçları istifra etmedim.

***

Okan, evin patili üyesi Gorbe’yle beraber bir kart yazıp hemşirelere vermiş. Öğleden sonra getirdiler. Gorbe, sabah 5’te hunharca miyavladığı günlerde kolonya koklatarak onu susturmaya çalıştığım anları özlemiş. Kolonya kıymete bindiğinden eve dönünce aynı hareketi tekrarlamayacağımı umuyor. Göreceğiz.

5. GÜN

Beşinci gün bir milattı. Hastaneye yatırıldığımdan beri ilk kez gece uykusu uyudum. Sabah 6.30’da kahvaltı ve ilaçlar için uyandığımda her şey çok orantısız bir şekilde iyiydi. Bu kadar hızlı toparlanmayı beklemiyordum. Ağrılar azalmış, öksürük neredeyse bitmişti. Semptomlar hafifledi, gözlerim açıldı. Telefonla konuşmaya, baş dönmesi ve bulantı olmadan ne oluyor bitiyor diye sosyal medyaya bakınmaya ve ağır ağır kitap okumaya başladım. O güne kadar haberimi Okan’dan alan yakınlarımı, arkadaşlarımı aradım ve iyi olduğumu paylaştım.

Her gün en az iki şarkı dinlemeye karar verdim. Açılış Nida Ateş’ten Payton Geldi Oturdu. İkinci şarkı Riff Cohen’den J’aime. Hayır, ikisini ard arda dinlemek bana çelişkili gelmiyor.

***

Bunca ölüm haberi varken yüreği ağzında bir bekleyişe giriyor insan, farkındayım. Karantina sebebiyle hastanede yatanı gidip görememek de işleri zorlaştırıyor, buna da tamam. Yine de enseyi karartmadan ve hastanede yatanı bunaltmadan dayanışma göstermek mümkün. Sevginizi ya da yakınlığınızı gösterirken, hastanede yatan kişiye dünyanın en talihsiz insanı gibi davranmayın. Paniğe kapılıp karşı tarafa çok sıradışı bir şey yaşadığı hissini vermek ya da hastalığın alevli günlerinde onu soru yağmuruna tutmak yorucu olabiliyor. Kendi örneğimden yola çıkarak zaman zaman eşi dostu sakinleştirmek zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Özcesi, “Bu yaşanan atlatılabilir bir şey, sakin olalım ve bu süreci birlikte atlatacağımıza inanalım” duygusunu taşımak çok önemli.

Başka önemli bir şey, hastayla sürekli hastalık hakkında konuşmak iyi bir ilgi gösterme yöntemi değil. Kendinizden, dışarıdan haber vermek ya da geleceğe dair planlardan bahsetmek daha iyi olabilir. Bu süreçte, uzundur görüşemediğim bir arkadaşımın 7 yıl önce Marmaris’te yaptığımız kampı hatırlatması ve hayat normalleşince Likya Yolu’nda kamp yapmayı önermesi çok iyi gelmişti mesela. Sonra 6 yaşındaki yeğenim Işık’ın benim için çizdiği resim. Yine yan yanaydık. Kısa saçı sevmiyor, bu yüzden resimdeki herkes uzun saçlı.

 ***

Böyle bir dönemde insanın kendini yalnız hissetmemesi, telefonların çalışması, iyi dileklerin paylaşılması ne güzel… Arayan soran herkese çok teşekkürler. Özel teşekkür ise, hastane sürecini düzenli olarak takip eden Duvar ailesine.

6. GÜN

İyileşmeye tam gaz devam. Derin nefes alma korkusu geçti. Nefes alıyorum ve öksürmüyorum, şaşılacak şey. Acıkmak, susamak ve gece uykusu uyumak gibi yaşamsal faaliyetler geri döndü. Hareketsizlikten bacaklarıma yapışan ağrıyı oda içinde volta atarak ve açma germe hareketleri yaparak savuşturdum.

***

Dört bir yanda “evde kal” etiketiyle paylaşımlar yapılıyor, evinde kalamayanlar şantiyelere, depolara, atölyelere gitmeye devam ediyor. “İşsiz kalır mıyım” ya da “kirayı nasıl öderim” korkusu yaşamadığım için kendimi şanslı hissetmiyor, aksine bu eşitsizlikten çok utanıyorum. Virüsün cezaevlerine, sınırdaki mülteci kamplarına nasıl etki edeceği ve ne yapılması gerektiği henüz konuşulmuyor bile.

***

Moral bozukluğunu dizginlemek için hastanede kaldığım süre boyunca gündemi daha az izlemeye karar verdim. Yanımda, yenilerde başladığım Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak kitabı vardı. Hayatımın üçte ikisinin geçtiği Ankara’dan sesleniyordu, Ağaoğlu. Kaldığım yerden okumaya devam ediyorum.

7. GÜN

Öğle saatlerinde Covid-19 testi tekrarlandı, ağız ve burundan sürüntü alındı. Sonucun gelmesi en az üç gün sürer.

Hayat benim için 10 metrekarelik bir odada akıyor. Koridora ve balkona çıkmak yasak. Yine de koridordan gelen sesler, dışarıyı içeri taşıyor. Özellikle paspas atarken “delilo delilo destane” türküsünü söyleyen Bedir ağabeyin sesi ve neşesi kulaklarımda, içimden eşlik ediyorum hâlâ.

8. GÜN

Kahvaltıda yiyemediğim haşlanmış yumurtayı pencere önüne koyup kuşların gelmesini bekledim. Öncelerde pek az gördüğüm kargaya benzeyen ama daha küçük gagalı, renkli gözlü, tombulca kuşlar geldi. Google’dan öğrendiğim kadarıyla bu arkadaşlar, küçük karga imiş. Güvercinlerle beraber her sabah balkondalar.

9. GÜN

Genel sağlık durumum iyi. Test sonucunu bekliyorum.

***

Ölmeye Yatmak’a devam. Aysel, Dil Tarih’ten Çıkrıkçılar Yokuşu’na yürüyor. Bayram öncesi Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan alışveriş yaptığımız çocukluk günlerini hatırlıyorum. Şimdi o kalabalıktan eser yoktur, kepenkler kapalı, yokuş ıssızdır. Cep telefonum sessizde. Güçlenmek için dikkati tek bir şeye vermek en güzeli. Biraz sabitlenmek, odaklanmak iyi geliyor.

10. GÜN

İkinci Covid-19 testi sonucu da negatif. Viral zatürre teşhisi kuvvetlendi diye düşünüyorum. İlaçlar azaltıldı. Hemen o gün taburcu edileceğimi düşünüp heyecanla soruyorum: “Sonuç negatif ve gayet iyiyim bugün taburcu olurum değil mi?” Taburcu edilecek ilk hastalardan biri olduğumu söyleyen hekim ekliyor, “Bugün değil. Önce enfeksiyon hastalıkları ile bir araya gelip bir değerlendirme yapacağız.” Eve gitme ve yarım kalan haberlerimi tamamlama hayallerim bu sözle buharlaşıyor. Kendimi iyi hissetmeme rağmen hastanede kalmaktan ve hafta sonunu burada geçirmekten çok korkuyorum.

11. GÜN

Hekimler, yeni bir akciğer röntgeni çektirmemi istiyorlar. Röntgen sonucuna göre taburcu olacağım. Birinci katta bulunan radyoloji servisine bu sefer yürüyerek gidiyorum. Tekerlekli sandalyeyle tomografiye götürüldüğüm üçüncü gün sanki çok uzakta. Röntgen sonucu akciğerlerin iyileşmeye devam ettiğini söylüyor. Antibiyotiğin son dozunu alıyorum. Birkaç saat sonra sekreterlik, adıma düzenlenen epikriz raporunu veriyor ve taburcu olduğumu söylüyor. Raporda beni bekleyen bir sürpriz var. Negatif çıkan testlere rağmen akciğer tomografisindeki buzlu cam görüntüsü ve klinik bulgular dikkate alınarak Covid-19 tanısı konulduğunu öğreniyorum. Öncesinde, viral zatürre teşhisi konulmuş ve Covid-19 şüphelisi olduğum söylenmişti. Epikriz raporunda ise Covid-19 ile beraber iki farklı tanı daha yer alıyor: Öksürük ve viral zatürre.

Hastaneden çıkmadan önce 14 gün ev karantinası yapmam gerektiği anlatıldı. Evde ayrı bir odada kalmam, tüm kişisel eşyalarımı ayırmam ve maske takmam tavsiye edildi. Hepsini harfiyen uyguluyoruz. “Bana bir şey olmazcılığın” ya da “atlattık geçti” rahatlığının kimseye faydası yok.

Borsa İstanbul’da 6 haftalık yükseliş dönemi bitti Samet Akaydin'in yeni adresi belli oldu Türkiye'yi terk etme kararı alan Seda Sayan'dan komşularına mektup
Sonraki Haber