Azılı Erdoğan düşmanı Ahmet Turan günah çıkardı, af diledi...
FETÖ medyasının önde gelen isimlerinden Ahmet Turan Alkan, 15 Temmuz Darbe Girişimi'nden bu yana sessizliğe gömülmüştü. Aldandığını, yanlış yaptığını itiraf etmek içinse tam 5 yıl bekledi!.. 'Saflık ve enayilik' itirafına, "Fitne-fücur fırıldakları" diye nitelediği Zaman'ın yönetim kadrosu yurt dışına "tüyerken bile uyanamamasına" hayıflanarak başlayan Alkan, incittiği Erdoğan ve Bahçeli'den helallik, okurlarından da özür diledi.
Ahmet Turan Alkan, bugün "FETÖ" dediği dün "Hizmet Hareketi" diyerek yüceltmeye çalıştığı sinsi şer odağının yıllarca kalemşörü olarak Zaman Gazetesi'nde yazarlık yaptı. Gazetede kendisine tahsis edilen köşesinde, alçak FETÖ kumpaslarının savunuculuğunu yapt.
Hatta bundan sadece 3 yıl önce yargılandığı davada "Ben Zaman yazarıyım, 20 yıl inandığım şeyleri yazdım, bununla onur duyuyorum" diyerek, hiçbir pişmanlık hissini ortaya koymamıştı. 3 yıl önce yazdıklarının arkasında olduğunu bu sözlerle itiraf eden Alkan, darbe girişiminden 5 yıl sonra, bugün kişisel web sayfasında yayınladığı bir makale ile günah çıkarttı!
Ahmet Turan Alkan'ın "helallik" talebine gelmeden önce, FETÖ kumpaslarındaki rolünü daha iyi anlamamızı sağlayacak bazı açıklamalarından satır başlarını hatırlatalım;
5 Haziran 2013'te İstanbul başta olmak üzere Türkiye genelinde bir kalkışmaya dönüşen Gezi olayları sırasında dönemin Başbakanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a köşesinden mektup yazan Alkan, eylemler karşısında hükümetin tutumunu eleştirmişti.
27 Şubat 2014 tarihinde yukarıdaki kupürde dönemin Başbakanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan'ı hedef alıyordu. Kalemini, 17-25 Aralık yargı-polis darbe girişiminden aldığı güçle, FETÖ'nün kirli kumpasların zemin hazırlamak için kullanıyordu ...
Gezi ve ardından gelen 17-25 yargı-polis darbesiyle yıkılmayan Erdoğan'a karşı mevzisini koruyan Ahmet Turan Alkan, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de "Ekmek için Ekmeleddin" sloganı ile muhalefetin adayı yapılan Ekmeleddin İhsanoğlu'na destek verirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı skandal ifadeler kullanmıştı.
Yukarıdaki kupür ise 17 Aralık 2013 yargı-polis darbe girişiminden sadece 11 gün önce Aykırı Sorular programında Enver Aysever'e Ahmet Turan Alkan'ın yaptığı açıklamaydı...
Bugün "FETÖ" olarak tanımladığı örgütü "Cemaat" olarak isimlendirip, onların nezdinde Erdoğan'ın "bittiğini" söylüyordu...
Tüm bu gazete ya da internet sitesi haberlerinden de görüleceği gibi Ahmet Turan Alkan, FETÖ hangi argümanları kullandıysa onu "Şehvet-i Kalem"ine alet etmekte hiçbir mahsur görmemiş, üstelik 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra da bu yazdıklarından pişmanlık duymadığını yargı önünde açıklamıştı.
Ve darbeden 5, yukarıdaki "Ben Zaman yazarıyım, 20 yıl inandığım şeyleri yazdım, bununla onur duyuyorum" dediği mahkemeden bu yana 3 yıl geçtikten sonra "Kaçınılmaz bir özeleştirinin satırbaşları" başlıklı bir yazı kaleme alarak itiraflarda bulunurken, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan ile MHP lideri Bahçeli'den "hellallik", hem de okurlarından özür diledi.
Aldandığını, yanlış yaptığını itiraf etmek için yıllarca bekleyen Alkan, şu sözlerle 'Saflık ve enayilik' itirafında bulundu:
"Bu vefa duygusunun, çok kritik bir eşikten sonra nasıl düpedüz “Saflık” ve “Enayilik” noktasına dönüştüğünü de öğrendim. Acı bir şeydi...
Ve asıl mesele, asıl dramatik viraj. Ülkeyi ve toplumsal huzuru altüst eden fitne-fücur fırıldakları esnasında gazete yöneticilerinin birer ikişer yurtdışına “tüymeleri” beni uyarmalıydı. İtiraf ederim ki uyanamadım.
Gazete sayfalarında gayet demokrat ve liberal görünenlerin meğer gizli ajandaları, kağıt üzerindeki iş arkadaşlarımın meğer sahte yüzleri de varmış. Saflığın bu derecesi elbet karşılıksız bırakılamazdı ve bunun cezasını çok ağır ödedim, ödüyorum."
"ÜLKÜCÜ" GÖRÜŞE YAKIN OLDUĞUNU SAVUNDU
Fikri dünyasında iz bırakan anlayışın 'ülkücülük' olduğunu belirten Alkan, "Hayatımın en büyük hatası, cemaat angajmanlı bir gazetede fikren hür ve müstakil kalabileceğimi varsaymak olmuştur." dedikten sonra nasıl 'Şehvet-i Kalem' budalalığına kapıldığını şu sözlerle anlattı;
"Yazıyla uğraşanlar bilir; şehvet-i kelâm diye bir budalalık türü vardır. Bir de “nükte yapma hırsı”. Yazarlık hayatımda bu iki benlik girdabına kapıldığım zamanlar, bu “şevkle” incittiğim insanlar, zedelediğim şahsiyetler oldu ki bunlar meyanında Reisicumhurumuz ve sayın Devlet Bahçeli de var maalesef. Bunlar bir yazar için zihinde iyi tadlar bırakan şeyler değil; şimdi hatırladıkça hicab ediyor, kendilerinden helâllik diliyorum."
Alkan daha sonra da yıllarca "Hizmet Hareketi" ve "Cemaat" diye kutsadığı FETÖ'nün iki yüzlü, tehlikeli bir örgüt, faydacı ve zalim bir şer şebekesi olduğunu belirttikten sonra Atlantik ötesinden keramet umanları şu sözlerle uyardı:
"Kendini bir “Sivil toplum hareketi” diye takdim eden Fetö, tam aksine bütün kurum ve birimleriyle devleti sinsice ele geçirme hesabı yürüten ikiyüzlü ve tehlikeli bir örgüt. Kibirli, dünyaperest, çıkarcı, faydacı ve zalim bir şer şebekesi. Meşru devlet ve hükümet uzuvlarına karşı riyakâr tuzak tertipleyip, Türkiye’yi bazı dış güçlerin hesabına yeniden dizayn ederken suçüstü yakalandılar. Atlantik ötesinden kerâmet umanlar kötü yanılıyor. O cerbezesine güvenen ağlak adamın ve avânesinin artık bu topraklarda geleceği yok. Dış mihrakların pençesinde bir avuç gafil rehine durumundalar."
HAKKINI HELAL EDİYOR MUSUN EY OKUR?
Ve finalde yıllar önce yapması gereken nedameti gösteriyor; "Pişmanlık mı? Evet! Özür mü? Elbette! sözleri ile...
Ahmet Turan Alkan'ın gerçekten "pişman mı" olduğunu yoksa FETÖ'nün yeni taktiği olarak kullandığı bilinen 'pişmanmış" gibi mi davrandığını zaman gösterecek.
Şimdilik elimizde günah çıkardığı bu satırlar var... İŞTE O HELALLİK YAKARIŞININ TAM METNİ;
KAÇINILMAZ BİR ÖZELEŞTİRİNİN SATIRBAŞLARI
Yazmayalı uzun zaman oldu; gerçi bu uzun beş yıl zarfında bazı uzun kalem tecrübelerim olmadı değil. Ta ilk gençlik yıllarından beri pekâlâ gayet güzel romanlar yazabileceğime dair naif hayaller besledim durdumsa bu hülyâyı kuvveden fiile geçiremedim. Neyse ki bu defa ikisi düpedüz romana benzer, biri otobiyografik unsurlar taşıyan üç taslağı tamamlamayı başarabildim.
Şu esnada Corona kısıtlamalarından fırsat buldukça marangozluk ve leziz kitap okumalarıyla hemhâlim.
Son beş yılda herkesle birlikte önemli olaylar yaşadım. Siyasi ve toplumsal büyük depremler geçirdim, etkilendim ve yeniden düşünmek için fırsatım oldu. Şimdi değişen ve değişmeyen şeyler hakkındaki bazı tesbitlerimi sizlerle bölüşmek istiyorum.
Fikir dünyamda iz bırakan dalga Ülkücülük oldu. Karşılıklı şiddetin çok kan döktüğü yıllarda, önemli bir arkadaş çevresinde “Kültür Milliyetçiliği”nin daha kalıcı ve doğru bir yön olduğu fikri gelişmeye başladı bende. Cemil Meriç, Erol Güngör, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener gibi hâlâ önem verdiğim düşünürlerin açtığı çığırı önemsedim; bu çığırda kendimi ifade edecek önemli argümanlar buldum ve hâlâ bu fikri çığırda sabitkadem olduğumu zannediyorum.
Gazete yazarlığı, zihni hayatımda süratli değişkenliğe yol açacak oynak ve güvenilmez bir zemin oldu. Yazı hayatımda bir angajmana girmemeye, “kendim gibi” kalabilmeye emek verdim. Yazdıklarımın “gazete politikası”nı yansıtmaktan ziyade şahsi görüşlerimin ifadesi olmasına itina gösterdim. Bunu bir yere kadar başarabildimse de son derece sert, hızlı ve sivri köşeli politik gelişmelerden ne kadar yıprandığımı, savrulduğumu sonraları anladım.
“Ülkü Ocakları Derneği”ndeki sıradan üyeliğim dışında üniversitedeki meslek hayatım ve yazarlığım müddetince herhangi bir kuruluşla resmi bağım olmadı. Yazdığım gazete ise resmen değilse bile “alenen” bir cemaatin sözcüsü durumundaydı. Hayatımın en büyük hatası, cemaat angajmanlı bir gazetede fikren hür ve müstakil kalabileceğimi varsaymak olmuştur. Ben bunu başardığımı zannediyordum; dönüp ardıma baktım ki...
Kalemimi başka vâdilerde de işletebilir, hattâ çok daha iyi bir seçenek olmak bakımından hiç yazmayabilirdim de... Hatâm yazmayı seçmek oldu. Vaktiyle bana hatırşinaslık ve nezaket gösteren insanlara vefâ göstermeyi önemsiyordum. Bu vefa duygusunun, çok kritik bir eşikten sonra nasıl düpedüz “Saflık” ve “Enayilik” noktasına dönüştüğünü de öğrendim. Acı bir şeydi...
Ve asıl mesele, asıl dramatik viraj. Ülkeyi ve toplumsal huzuru altüst eden fitne-fücur fırıldakları esnasında gazete yöneticilerinin birer ikişer yurtdışına “tüymeleri” beni uyarmalıydı.
İtiraf ederim ki uyanamadım. Gazete sayfalarında gayet demokrat ve liberal görünenlerin meğer gizli ajandaları, kağıt üzerindeki iş arkadaşlarımın meğer sahte yüzleri de varmış. Saflığın bu derecesi elbet karşılıksız bırakılamazdı ve bunun cezasını çok ağır ödedim, ödüyorum.
Yazıyla uğraşanlar bilir; şehvet-i kelâm diye bir budalalık türü vardır. Bir de “nükte yapma hırsı”. Yazarlık hayatımda bu iki benlik girdabına kapıldığım zamanlar, bu “şevkle” incittiğim insanlar, zedelediğim şahsiyetler oldu ki bunlar meyanında Reisicumhurumuz ve sayın Devlet Bahçeli de var maalesef. Bunlar bir yazar için zihinde iyi tadlar bırakan şeyler değil; şimdi hatırladıkça hicab ediyor, kendilerinden helâllik diliyorum.
Fetö’nün bir terör örgütü olduğuna ancak, o mel’un 15 Temmuz darbesi’nden sonra görebildim ama çok geçti. Olup bitenlerin hemen ardında, kökü ve ucu Atlantik ötesine doğru uzanan, mahiyeti belirsiz, gölgeli insanlardan müteşekkil yarı mistik, alçak ve yılan gibi dessas bir örgüt vardı. Devletin içine yuvalanmış her seviyede binlerce bürokratın varlık sebebi darbeden sonra su yüzüne çıktı, komplo âşikâr oldu.
Fetö’nün en büyük fenalığı, yargı kararlarına da yansıdığı gibi, ne yaptığını gayet iyi bilen fesat yönetici ağabey ve imam takımı dışında binlerce mâsum ve samimi insanın hayatını karartması olmuştur. Bu insanların dramlarıyla her yüzyüze geldiğimde bu deniz anasını andıran paralel örgüte lânet okudum. Mahalli tabirle, “Allah karartılarını kaldırsın!” diye ilenmekten nefsimi men edemedim.
Kendini bir “Sivil toplum hareketi” diye takdim eden Fetö, tam aksine bütün kurum ve birimleriyle devleti sinsice ele geçirme hesabı yürüten ikiyüzlü ve tehlikeli bir örgüt. Kibirli, dünyaperest, çıkarcı, faydacı ve zalim bir şer şebekesi. Meşru devlet ve hükümet uzuvlarına karşı riyakâr tuzak tertipleyip, Türkiye’yi bazı dış güçlerin hesabına yeniden dizayn ederken suçüstü yakalandılar. Atlantik ötesinden kerâmet umanlar kötü yanılıyor. O cerbezesine güvenen ağlak adamın ve avânesinin artık bu topraklarda geleceği yok. Dış mihrakların pençesinde bir avuç gafil rehine durumundalar.
Peki, şimdi neredeyim? Türkiye ile ilgili hassasiyetlerimde büyük bir değişiklik olmadı. Her Türk, anasından biraz milliyetçi doğar ve milliyetçilik kavrayışı zamanla biraz dönüşürse de Gasset’in hükmünden kurtulamaz. Ünlü filozof şöyle demişti: “Bize gelince, durum pek farklıdır: Millî endişelerden uzaklaşmak isteyen her İspanyol günde on kere onların ağına düşecek, sonunda anlayacaktır ki, Bidasoa ile Cebelitarık arasında doğmuş bir insan için, bir numaralı, dört dörtlük, kaçınılmaz mesele İspanya’dır”.
Zihnimde bir kekrelik; aldanmış, enayi yerine konulmuş olmanın verdiği acı bir tatsızlık ve derin bir hüzün. Örgütün güyâ beyin takımı ve prensleri batı ülkelerinde safâ sürerken, ülkesine güvenip evinde kalan bir avuç aldatılmış insan vicdan ızdırapları içinde. Pişmanlık mı? Evet! Özür mü? Elbette!
Peki, okuyucudan ve hasbetenlillah sevenlerimden de özür dileyebilecek miyim? Deneyeceğim: Özür dilerim ey okuyucu. Eğer hâlâ merak ediyorsanız, ara sıra buralarda olurum muhtemelen... Huz mâ safâ, dâ mâ keder demiş şair: Hoşuna gideni al, sevmediğini bırak gitsin.