Tıbbın babası olarak bilinen Hipokrat “kriz” sözcüğünü, başlıkta bulunan vücuttaki dört salgının (balgam, kan, safra ve irin) yükselme dönemi için kullanmıştı.
“Karar verme zamanı” anlamına geliyordu.
Hipokrat’a göre bu dört salgının yükseldiği dönem, hastanın durumunun nasıl seyir izleyeceğine karar vermek ve uygulanacak tedaviyi belirlemek için en uygun dönemdi.
15 Temmuz darbe girişimi süreci işte o “karar verme zamanı”ydı.
Sonuçta, ülkemiz halkıyla, ordusuyla bir hastalıktan kurtulmayı seçti.
O gece. Bodrum civarında yazlıktaydık.
Televizyondan uzakta bahçede, yemekte.
Ankara’dan bir arkadaşım aramıştı, sesindeki paniği unutmam “Darbe oluyor!”
“Dalga mı geçiyorsun” dedim, tam telefonu kapatacaktım “üzerimizde uçaklar uçuyor” deyiverdi.
Tuhaf. O an 11 Eylül 2001’i hatırladım. O zaman da yazlıktaydım. Medyasız.
Yine arkadaşım aramıştı, “Üçüncü Dünya Savaşı başladı!” Aklıma o geldi, telaşla televizyonu açtım.
Yayın paniği durumu özetliyordu, anlamaya çalışıyordum. Neden, nasıl?
“Tanklar ve Sözcükler” kitabımda yer alan darbeleri düşündüm. Bu çok tuhaftı.
O anda İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Üyesi Murat Kalsın aradı, yorumumu merak etmişti.
Ona söylediklerimi hatırlıyorum: “Bu her neyse, başarısız olacağı kesin.”
Haklı da çıktım.
Çıktım ama fena yara aldım.
Saat 02.55’de telefonuma mesaj, içime ateş düştü: “Erol Olçok ve oğlu öldürülmüş.”
Dostum. Arkadaşım. Didiştiğim. Tartıştığım ama hep güvendiğim.
Erol ve ölmek. Mümkün değildi.
Kimseyi aramadım, doğrulatmak istemedim.
Kimseye “Erol öldürülmüş, doğru mu?” sorusunu sormadım.
Sanki sorsam ölüm gerçek, sormazsam Erol ölmemiş olacaktı.
Tamam, birilerinin büyük politikaları var ve o politikalar içerisinde insanlar küçücük, virgülden sonraki rakamlar gibi kalıyor.
Ama o küçük insanların kocaman dünyaları, camdan yürekleri var ve büyük politikaların fil ayakları altında tuzla buz oluyor.
Bu 15 Temmuz’da benim önerim; dünyaya tepeden bakan politikaların çıkmaza girdiğidir, dünya artık “cam yürekli” insanları dikkate alanların politikalarıyla yönetilebilir.
O da yönetilebilirse.
BEN DİYEYİM DE…
Bir, Trump’ı anlamadan yeni siyaset anlaşılmaz.
Trump, Meksika ile sınırı olmayan Colorado’ya duvar yapacağını söyledi ya.
Herkes dalga geçti. Halbuki yeni siyaset budur.
İçi boş söylemler.
İçini kendinin doldurduğu hakikatler.
İçeriksiz gündemde kalışlar.
İki, AK Parti’nin ilk yapması gereken “Fakirlerin kimsesi biziz” söyleminden, il yöneticilerinin “Ulan fakirler beni rahatsız etmeyin” söylemine nasıl gelindiğini sorgulamaktır.
Üç, milletvekillerinin çakarlı araç ve emniyet şeridini kullanmaması gerekir.
Her ikisi de acil işler içindir ve benim bildiğim hiçbir milletvekilinin acil, hayati bir işi yoktur.
Dört, köşe yazarından muhabirlik beklemek hatadır.
Son yıllarda gazete yöneticileri köşe yazarlarından haber bekler oldu. Yazarın işi haber kovalamak değil. Olanı yorumlamak.
Böyle olunca Abdülkadir Selvi de “kabine değişimi” konulu hayli su kaldırır tarihler vermek zorunda kalıyor. O zaman da olur, bu zaman da olur, şu zaman da olur gibisinden.
Beş, korona mücadelesinde en doğru iletişim tutumu Tom Hanks’den geldi.
“Maske takmıyor, ellerinizi yıkamıyor, sosyal mesafeye uymuyorsanız saygıyı hak etmiyorsunuz” diyerek değerlere hitap etti.
BİR ŞEY DİYEYİM Mİ?
Tamam, korona ile mücadelede ipin ucunu bıraktık.
Nöbet kulübesine Sağlık Bakanı Koca’yı koyduk. O da kulübeyi Twitter’a taşıdı.
Tamam, toplu taşımlarda falan koronayı umursayanlar, umursamayanlara yenildi.
Magazin haberlerine bakarsanız koronanın izi yok.
Hepsini ama hepsini anlıyorum.
Anlamadığım tek şey, orada burada kapı ağızlarında ateş ölçenler.
Kişisel olarak sıkıntım yok, ateşimin kontrolü rutine binmiş.
Ve fakat arkadaşlar, ateş ölçerek koronayla mücadele saçmalığı da nedir?
Ateşi olan olmayan bu tür noktalarda riske girmemek için bir ateş düşürücü alıyor.
Hasta da olsa ateş ölçüm noktasından geçiyor.
Sanırım bu uygulama, parasetamol (ateş düşürücü) ve ateş ölçer üreten firmalara kıyak için.
BU HAFTA ALKIŞLADIĞIM ÜÇ KADIN
Biri, AK Parti Grup Başkan Vekili Özlem Zengin.
İstanbul Sözleşmesi için “Bu sözleşmeye karşı olanların argümanları sözleşmede yok. Acaba ben mi görmüyorum diye kaç kez okudum, hayır yazmıyor” dediği için.
Diğeri, “Açık ve Net”in sunucusu Kübra Par.
Ezilenleri koruyan İstanbul Sözleşmesi’ni “açık ve net” savunduğu için.
Öbürü, Sevilay Yılman.
Güvercinlik koyunda yakılan ormanların yerine ağaçlandırma sözü verildiği halde, orayı beton yığınına çevirenler hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunduğu, fikr-i takip yaptığı için.
Gazeteciler hiçbir şey yapamasalar bile, gazeteciliğin şanından olan fikr-i takip yapsalardı, çok şey değişirdi bu ülkede.
ÜNLÜ OLMANIN YOLLARI
Magazin ünlüsü ve sosyal medya fenomeni olmak için;
Ünlü birinin eski sevgilisi olacaksın.
Abartılı tavırlarla gay rolü oynayacaksın.
Karakolluk bir olayın olacak ama öyle böyle değil, rezillikte zirveyle.
HÜRRİYET EKLERİ, GURME DERGİSİ Mİ OLDU?
Durup durup neden Hürriyet yazıyorum?
Çünkü Hürriyet onu yöneten Ahmet Hakan’dan, onun patronu olan Demirören’lerden daha çok herkesin gazetesi de ondan.
O Hürriyet’in ekleri bir tür yemek dergisi gibi oldu.
Vedat Milor’u biliyoruz, geçelim.
Ebru Erke var, en son otlu peynir peşindeydi.
Sahrap Soysal ve yemek tarifleri zaten vazgeçilmezdi.
Mehmet Öz detoks kürleri öneriyor.
Savaş Özbey arada restoran, Onur Baştürk kafe barlardan kokteyl ve yemek yazıyor.
Bir söyleşisiyle gündem yaratan Hürriyet ekleri, homini gırtlak düşkünü oldu çıktı.
YAZ DİZİLERİ NEDEN TUTAR?
Kimseyi yormaz da ondan.
İki yakışıklı, iki sevimli kız koydun mu ondan.
Gerçek dünyayla bağları koparır da ondan.
Masalımsı bir dünya satar da ondan.
Embesil düzeyinde cümleler kurulur da ondan.
AKLIMDA KALAN
“Stressiz yaşam mümkün mü?” Sorusu: Telefonda arkadaşım sordu “Ayasofya’nın cami olması hakkında ne düşünüyorsun?” Cevap verdim, “Doktor bana stresi yasakladı.” Birkaç gün önce düzensiz nabız şikâyetiyle kardiyolojiye gitmiştim. Doktorum özel bir tedaviye gerek görmedi ve “Sana en özel tedaviyi önereceğim, stresten uzak dur” dedi. “Geçmiş olsun” mesajı yollayan herkese teşekürlerç