Yapılan hataların önemli bir kısmı küçük ayrıntıları önemsememekten kaynaklanır. Koskoca bir “kaos teorisi” gözden kaçan bu kısma dayanır.
Mesela. Bir ayrıntı. Ülkemizde ortalama boşanma hızı artıyor. 2020’de binde 1,64 iken, 2021’de binde 2,07 oldu.
2022’de daha yüksek bir oran bekliyorum.
“Benimle evlenir misin” romantizmi, “Benimle boşanır mısın” gerçeğine dönüşüyor.
Geçenlerde, “millet ittifakı”nın üyesi SP Genel Başkanı Karamollaoğlu, “Başka ittifaklar mümkün” dedi.
Bu cümleyi kurarken ayak yönü kesin kapıya dönüktür.
Aslında CHP’nin “Biz bu masada aykırı duruyoruz ve çekip gidiyoruz” demesi lazımken.
Çünkü o masa, herkese yarıyor bir CHP’ye yaramıyor.
Yakın gelecekte, ittifaklarla ilgili değişikliklere dair tahminlerim var ama yazmak istemem.
Şaka değil, geçenlerde bir okurum, “6’lı masa hakkında yazdıklarınızla insanların düşüncelerini etkileyebilirsiniz” yazdı Instagram yorumuna!
Etkileme gücüme ne kadar inanmışsa artık.
Halbuki olacaksa olur, kaderci değil akılcı yaklaşım öyle der.
İster boşanma hızından gidin isterse siyasetten, günümüzde tüm ittifaklar bozulmak üzere kurulur.
Çok özetle açıklayayım.
Taraflar neden ittifak kurarlar?
Önünde yalnız yürüyemeyeceği bir yol olduğunu düşünür.
Hedeflerine tek başına ulaşamayacağına inanır.
Belirsizlikler karşısında mukavemet için desteğe ihtiyaç duyar.
Güçlü bir akıntıya karşı el ele vererek sabitlenmek ister.
Kendine ve koşullara duydukları güvensizliği gidermeyi hedefler.
Ve fakat.
Bu bir araya geliş, “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” idealizminden uzaktır.
Yukarıdaki gerekçeler nedeniyle “herkes kendisi için” oradadır.
“Kendisi için orada olan”a, yeni zamanların bol alternatif üretme koşullarını ekleyin.
Üstüne, koşulların hızlı değişimini koyun.
Sonuç?
Her türlü ilişki biçimi daha kurulurken çatır çatır çökmeye mahkûmdur.
Bize düşen, hayallerle yol almak yerine bilgiye dayalı gerçeklerle yüzleşmektir.
Her türlü ilişkide gizli gündemleri, arkadan iş çevirmeleri bırakıp kartlar açık oynanırsa belki bir şans olabilir.
Ayten Alpman’ın “Ben böyleyim” şarkısı kafamda çok sık çalar. Şarkılar hep kafamda çalar, müzik kulağım yok dudağımdan dökülmesi zor.
Hayata tuhaf yerlerden bakıyorum, mesela;
Bir, Hükümetin belirli tutarda ev alan yabancılara vatandaşlık verilmesi uygulaması bana uymuyor.
Başka ülkenin zenginleri ülkemizden ev aldıkça, kendi ülkemin az gelirli grupları ev alamayacak.
Bu bana adil gelmiyor.
Yabancılara vatandaşlık vereceksek, istihdam yaratacak iş kuranlara verilsin. Ev bedeli değil, istihdam sayısı baz alınsın.
İki, pahalılığı önlemek için anlık ürün takibi yapacak sistem kurulacakmış. Hiç bir işe yaramaz.
Çözüm için ticaret ahlakının tesis edilmesi, yanlış yapana büyük cezalar verilmesi gerekiyor.
Üç, yeni bir bilimsel araştırmaya göre, insanın ölüm anında başta anılarla ilgili olmak üzere beyin fonksiyonları en yükseğe çıkıyormuş.
Tüm hayat, anılar beyne akın ediyormuş.
Belki de beyin tam kapanmadan önce tüm hesabı döküyor olabilir. Bitişe direnmek için çırpınma olabilir. İnsan bir enerji kütlesiyse, o enerji beyinden evrene dağılıyor olabilir.
Bu bilgiye çarpıldım.
Dört, ülkemin medyasının önemli isimleri Aleyna Tilki’nin klibini kafalarına taktıkları kadar, taş ocağı açmak için zeytin ağaçları kıyımlarını taksalardı diyeceğim ama bu imkânsız.
Ayakta kalmak için içeriksizleşmek gerektiğine inanan bir yeni medya düzenimiz var.
Beş, farklı fikirlerdeki insanlarla iletişim kurmayı ve sürdürmeyi öğrenmek zorundayız.
Farklı fikirle karşılaşınca kepenkleri indiriyor, uzaklaşıyoruz. Olmadı, o fikri değiştirmek için debeleniyoruz.
Örneğin ben. Benim gibi düşünen okurlarım artınca birlikte kendi hapishanemizi kurmuş oluyoruz.
Kendimiz söylüyor kendimiz dinliyoruz. Öyle olunca da değişen hiçbir şey olmuyor.
O bakımdan, “Yazdıklarınıza katılıyorum” diyenlerden çok “Bakış açımı değiştiriyorsunuz” diyenleri daha önemli buluyorum.
Farklı fikirdeki insanlarla ilişkileri sürdürme egzersizleri yapmak şart. Ancak o zaman gelişebilir ve değişebiliriz.
Düşüncelerimizi çeşitlendirmenin neresi kötü olabilir?
Altı, okurlarım sürekli bana dijital platformlardaki dizi önerileri yapıyor. Beğenilerine dahil olmamı istiyorlar ne güzel.
Ne var ki ben dijital platform insanı değilim. İnsanları kendi mahallelerine tıktığını düşünüyorum.
Masal anlatıcılar aracılığıyla gündelik yaşamdan alıkoyduğunu biliyorum.
Boş zaman katili olduklarına inandığımdan o kuyuya düşmek istemiyorum. Televizyon kavramından beklentilerim çok başka benim.
Daha bir on tane gerekçem var.
Yedi, Rihanna hamileymiş. Böyle durumlarda “Bana ne” der geçerim ve fakat kadının karnını açıkta bırakan giysileri tartışılınca durdum.
Hamile kadınlar karınlarını ortaya sermeli miymiş, sermemeli miymiş. Kadın rolü, toplumsal baskı gibi bir dizi cevap yetiştiriyorlar.
Benim derdim başka, hamile kadınlara hiç bakamam. Nedenini henüz bulamadım.
Ne yapayım, dedim ya ben böyleyim.
“Dini nikâh kıydırdı” haberlerine Hadise sessiz kalmış.
Magazin bilirkişilerimiz hükmü vermiş: “Konuşmuyorsa onaylıyor demektir.”
Her yanı yanlış bir iletişim bilgisi!
Konuşmamak;
Bazen “söylediğini umursamıyorum” demektir.
Bazen kayıtsızlıktır ki bu ağır cevaptır.
Bazen söyleneni değersiz bulmak anlamına gelir.
Bazen sessizce bağıran isyandır.
Bazen zaman kazanmak anlamına gelir.
Bazen karşısındakinin içini dökmesine izin vermektir.
Bazen gerilimi artırmak için susulur.
Bazen de söyleyeni yok hükmünde kabul etmektir.
Covid salgınının, küresel ölçekte ekonomik etkileri yepyeni süreçleri başlattı.
Dünya bir eşikteydi ya, salgınla o eşik atlandı.
Teknoloji alan genişletti. “İnsan”ı üretimden dışarı attı, tüketimi değiştirdi.
Seri üretilen ve tüketilen bir dünya. Üretim makineleşti ama insan da makineleşti.
Aşırı zenginler dünyadan ayrılan roketler gibi toplumdan koptular.
Zenginler, az zenginler ve ortadakiler lüks tüketimden, aşırı pahalı ürünlerden uzaklaşmaya başladı.
Anlayanlar kalır, anlamayanlar gider.
Ezber bilgilerin gözden geçirilmesi gerek. Aksi halde hayatta kalma şansı düşük.
Devamlı okurlarım hatırlayacaktır, epeyce önce yeni süreçleri yönetemeyen lüks markaların iflas edeceğini yazmıştım.
Kimi Victoria’s Secret gibi yok olmaya, kimi önceden küçümsediği markalarla işbirliğine gidiyor.
Şimdilerde de ultra zenginlerin markası Abercrombie gözden düştü. En lüks spor giyim markasıydı.
Boston’daki mağazasını görme şerefine nail olmuş, başka gezegendeyim sanmıştım.
Markalar artık sosyolog, psikolog ve iletişimcilerin analizi olmadan ayakta kalamaz.
Abercrombie bu gerçeği geç fark etti.
Bilim Kurulu karar alırsa maske kullanımı tarihe karışacak. Artık hayatımızda “maskeli yıllar” diye bir geçmişimiz olacak.
Maske takmaya ne kadar zor alışmışsak da hoş yanları da vardı.
Mesela;
“Maskeden tanıyamadım” mazeretimiz kalmayacak.
Yüz bakımı yap, dudak üstü tüyleri al günleri geri gelecek.
Ter ve diğer kötü kokuları yeniden almaya başlayacağız.
Öksüren, hapşıran insanların tükürüklerine maruz kalacağız.
Biz maskeyle iyiydik sanki.
Yılmaz Erdoğan’ın “Aydınlıkevler” oyunu Ankara’ya gelirse izlemek istiyorum.
Kendisini var eden Ankara ruhuna bu kadar ihanet eden biri olamazdı, defalarca Yılmaz Erdoğan eleştirisi yazdım.
Belki oyunun yazılışına küçük bir katkısı olmuştur o yazıların.
Bu kez konum ne Erdoğan, ne oyun, ne de şahane oyuncu Demet Akbağ.
Kaynak onlar ama konu onlar değil.
“Aydınlıkevler” oyunu bana iki şeyin önemini hatırlattı;
Birincisi, insan karakterini şekillendiren ortama bir şekilde geri dönmek istiyor.
Erdoğan’ın, Ankara’nın Aydınlıkevler semtindeki küçücük bir evden çıkıp ülkenin en şöhretli, en çok kazanan ismi olması bunu daha da önemli yapıyor.
Geçmişle arayı açmak, bir zaman sonra geçmişle arayı kapatmayı getiriyor.
İşte o zaman tamamlanıyorsun, parantezi kapatmış oluyorsun.
İkincisi, Demet Akbağ - Yılmaz Erdoğan ikilisini düşünüyorum.
Doğru insanla karşılaştığınızda hayatın akışı bambaşka bir yöne gidiyor.
O karşılaşmaya kadar sakin akan küçük akarsu iken, karşılaşmayla o suya bir ırmak karışmış gibi oluyor.
Akbağ ve Erdoğan karşılaşıp “Bir Demet Tiyatro”daki sinerjiyi yakalamasalar, şimdiki kendileri olurlar mıydı emin değilim.
Zira “Bir Demet Tiyatro”dan önce de varlardı ama yoklardı.
Diyeceğim o ki, geçmişe giderek parantezi kapatmak iyi gelir insana ve ancak doğru insanlar karşılaşınca coşkusu artar hayatın.
Çoban olmakla gurur duymak: Televizyonda genç bir kadın girişimci konuktu. Çiftçilik yapıyor. “Ben bir çobanım” diyor, “çocukken ailece çobanlık yaptığımız için çok üzülürdüm, çobanlık kötü bir şey sanırdım. Şimdi gurur duyuyorum yaptığım işten.” Onu dinlerken düşündüm, Mustafa Kemal’in “Köylü milletin efendisidir” anlayışını ne zaman terk etmiştik biz? Ne zamandır çobanlıktan utanır olmuştuk? Cevabımı “köy enstitüleri”nin kapatılmasında buldum. 1947’de ABD, yardım karşılığında köy enstitülerinin kapatılmalarını istemiş, 1954, Menderes döneminde de kapatılmıştı. Oysa köy enstitüleri ülke kalkınmasını köylüden başlatıyordu. Köylünün iş ve eğitimi amaçlanıyordu. Kültür dersleri vardı, mandolinden piyanoya eğitimler alınıyordu. “Köylü milletin efendisi” olduğuna göre gelişmeliydi. Bugünkü tarım çıkmazımızın o enstitülerin kapatılmasıyla derin ilişkisi var. Köyleri ve köylüleri unuttuk. Utanılacak işler sandık. Köyden şehre göçe gelişme dendi. Acıklı.