Biden ilk konuşmasında “halk iradesi”, “demokrasi”, “herkesin başkanı”, “umut” gibi bilindik ifadelere yer verdi.
Tipik seçilmiş kişi söylemi.
Geçelim.
Altı çizilesi iki kısım vardı.
“Biz” ve “birlik” kavramlarına vurguyla “yeniden iyileştirme”, “tamir etme” yaklaşımı.
“Ruhumuzu yeniden iyileştirebilmek için sözcüklerin ötesine geçmemiz gerekiyor” dedi ve ilk gün Trump’ın bozduklarını tamir etti.
“İklim Anlaşması”nı imzaladı.
Dünya Sağlık Örgütü’ne geri döndü.
Sınıra duvar inşasını durdurdu.
Bazı Müslüman ülkelere seyahat yasağını kaldırdı.
Öğrenci, kiracı, işletmeci borçlarını erteledi.
“Birbirimizi tekrar dinleyelim, tekrar görelim, birbirimize saygı gösterelim” dedi.
En çok, “Her anlaşmazlığın savaş nedeni olması gerekmiyor“ sözünü sevdim.
Konuşma metni ve eşinin yaptığı bisküvileri askerlere ikram edişi, soğuyan ilişkileri ısıtan bir tamir anlayışına göndermeydi.
Belki de hiçbir zaman gerçek olmayan “eski güzel günler”e dönüş algısı.
Aynı günlerde Senatör Bernie Sanders’ın, yemin törenindeki görüntüsünün gördüğü ilgi rastlantı değildi.
Sanders’ın görüntüsü aslında, içinde çok şey olan bir paketti;
Yenildiği Biden’a karşı tavrının tetiklediği, büzülmüş oturuşuyla dünyadan uzaklığı,
Az kaykılmış halindeki akışa bırakmışlık,
Montunun gösterişsizliğindeki “herkes gibi”lik,
Eldivenlerinin motifi ve şekliyle seri üretimlere tezat, emekle örülmüş zihindeki aile kavramına özlem,
O eldivenlerin bir öğretmen tarafından eski kazaklardan geri dönüştürerek, tamir edilerek yapılmış olmasındaki sıcaklık.
Senders görseline ilgi, bize bir şey anlatmalı.
Tüketim ilişkileriyle soğuklaşmış “kullan at” tarzı yaşamak, insanları havanın ayazından daha çok üşütüyor.
Her tür ilişkiyi/nesneyi çöpe atıp, yenisini almaktaki “buz gibi”lik insanı tüketiyor.
Tamir sözcüğünü yeniden hayatın merkezine almak gerekiyor.
Hem politik hem de gündelik ilişkilerde, yırtılanı yamamak, söküleni örmek, kırılanı tamir etmeli.
Emek vermenin hazzına, yaşanmışlığın değerine hak ettiği itibarı iade etmek gerekiyor.
“Tamirci çırağı”nı neden sevdiğimizi bir daha düşünsek.
HAYALİ KİŞİYE, GERÇEK ÖĞÜTLER
Dün arkadaşım Ali’yi aldım karşıma, ki Ali isminde arkadaşım yok benim, ve ona dedim ki;
Virüs bulaşacak diye eğitim döneminde okulları kapalı tutup, sömestr tatilinde kayak merkezlerindeki otelleri açarsan,
Taraftara statları kapatıp, özel şahıslara locaları açarsan, eşitlik, adalet, güven duygularının hepsini birden incitmiş olursun Aliciğim.
DEDİM, DİYORUM
Bir.
Geçen hafta burada yazdım.
Mevsiminde portakal, kestane, sıvı yağ, yumurtadaki fiyat artışının salgınla değil, fırsatçı vicdansızlarla ilgisi var dedim.
“Vicdansız” dememiştim onu şimdi ekliyorum.
Denetimler artmalı demiştim.
Bu hafta ya denetimler ya da medyanın ilgisi arttı ki, işin aslı ortaya çıkmaya başladı.
Siz de fahiş bulduğunuz fiyatları Alo 130’a şikâyet etmekten asla vazgeçmeyin.
Denetlenir denetlenmez ama siz, sorumluluğunuzu yerine getirmiş olursunuz.
İki.
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkında üst üste iddianameler hazırlayanlar, sanki CHP’nin başına onu getirmeye çalışıyorlar gibi.
Bunu daha önce de dedim, diyorum.
İKİ BÜYÜK SORU
Bir.
Kanadalı altın şirketi Centerra, şimdi de Kapadokya’da altın arama ruhsatı almış.
Sormazsam öleceğim, kahrolacağım.
Bu Kanadalı şirket neden kendi ülkesinde altın aramıyor da bizim ülkemize kafayı takmış durumda?
Eminim kendi uçsuz bucaksız ülkesinde daha çok altın vardır.
İki.
Ipsos araştırmasına göre tüketici güven endeksinde Türkiye en sondaymış. Olabilir.
Va fakat. Dünya ölçeğinde yapılan bu araştırmada ilk sırada Çin var!
“Çin malı” kavramını yeniden gözden geçirsek mi acaba?
ÇOK AMA ÇOK SEVDİM
İletişime dair sevdiğim şeyler oldu.
Bir.
Fransa Ulusal Tıp Akademisi, virüsün yayılmasını önlemek için toplu taşıma araçlarında “konuşma yasağı” getirilmesini önermiş.
Çok sevdim. Sevmek ne kelime bayıldım. Öldüm, bittim.
Keşke bizde de uygulansa.
Keşke o yasak gelse de hiç gitmese.
Başkalarıyla paylaştığımız ortamlarda, cep telefonuyla ya da birbirleriyle yüksek sesle konuşmadaki görgüsüzlük, terbiyesizlik, bencillik, umursamazlık beni fena iğrendiriyor.
İki.
Yerel mahkemenin hakaret kabul ettiği “kabadayılık yapma” ifadesini Yargıtay’ın bozma kararını çok sevdim.
İnsani ilişkilerimiz o kadar gelişmiş ki düşünün, kendisine “kabadayılık yapma” diyen kişiden hakaret gerekçesiyle şikayetçi olan var!
Yargıtay “İfade rahatsız edici, kaba ama onur kırıcı, rencide edici değil” diyerek kararı bozmuş.
Kesinlikle katılıyorum.
Üç.
Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları arasındaki hizmet yarışını çok ama çok sevdim.
Aralarındaki yarış halka yarıyor.
Aslında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı da potansiyeli yüksek biri ama onun en önemli sorunu iletişiminin iyi yönetilmiyor olması.
HİÇ AMA HİÇ SEVMEDİM
Bir.
Kırşehir ziyareti sırasında kendisine, “iki üniversite bitirdim süt sağıyorum” diyen genç kıza Kılıçdaroğlu’nun “Maalesef Türkiye’nin geldiği tablo bu” demesini hiç sevmedim.
Kemal Bey oyların neden bir gıdım artmadığının kanıtını bu ifadesinde bulabilir.
İşsizler sizden ağlama duvarı olmanızı değil, çözüm önerilerinizi duymak ister.
İki.
Milli Eğitim Bakanlığı üstün gayretleri ve destekleri için velilere “takdir belgesi” vermesini hiç sevmedim. Dalga geçer gibi olmuş.
Veliler, takdir belgesi almak değil, güvenli biçimde okulları açan Milli Eğitim Bakanına takdir belgesi vermek istiyorlar.
Üç.
Ali Koç, Fenerbahçe’ye transfer ettiği Mesut Özil için “Onun gibisi bu ülkeye gelmedi” demiş.
Hadi diyelim Başkan Koç’ta algıda seçicilik var, diyebilir.
İyi de benim bu ülke yöneticilerinde gördüğüm en büyük sorun, vaktinden önce konuşma hevesleri.
Bir dur, adam bir oynasın, başarılar bir gelsin sonra da çık, sözlerinle keyfini sür.
Ali Koç iyi hoş da, iletişimi berbat kardeşim.
Dört.
Özcan Deniz’in ayrıldığı eşi, konu velayet olunca “Özcan bana şiddet uyguladı” demiş.
Madem öyle, uygulanan şiddeti dolapta bekletmeyecektin. Şiddet uygulandığı zaman adamı rezil edecektin.
Bak, Ozan Güven’e, düştüğü yerden kalkamıyor halâ.
İşine geldikçe şiddete ses çıkarma, işler ters gidince “Şuraya bir şiddet saklamıştım” diye ortaya çıkar.
Şiddet karşısında iki yüzlü davranan insanlara gıcık oluyorum.
Özcan Deniz’de suç yok mu? Çok. O da başka yazının konusu.
KURT KOCAYINCA…
İbrahim Tatlıses, Star’da program yapmaya başlayınca laf yetiştiren yetiştirene.
Zira, programdaki İbrahim Tatlıses’in eski halinden eser yoktu.
Ayağını yere vurup stüdyoyu inletemiyor, konuklardan rol çalamıyordu.
Kurt kocayınca, kuzuların maskarası olur misali kurt kocamıştı.
Vakti zamanında Tatlıses bir selam verse diye yolunda sıraya giren kimi isimler, ses yükseltmeye başladı.
Konuk olan sanatçılara laf edenler, “Tatlıses’i sevmek zorunda mıyız” diyen Aydilge gibi üç günlük popçular vs.
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Ama izin verin de isteyen istediği programı yapsın, istediğine konuk olsun.
Yumuşak doku itirazcıları olmak yerine, kanalı zaplamak o kadar mı zor?
“SENİ KAYBETMEYE NİYETİM YOK”
Beşiktaş’ın son zamanlardaki galibiyetlerinin nedeni, teknik direktör Sergen Yalçın’ın oyuncularına “Seni kaybetmeye niyetim yok” mesajı vermesiymiş.
Sergen ne kadar kendisi olursa o kadar başarılı olur dedim hep.
Geçmişte. Kendisinin her yanlışından sonra, teknik adamlardan ve yöneticilerden bu sözü çok duymuştu.
Kariyerini, o günlerde kendisinden vazgeçmeyenlere borçlu.
Hayatta da böyledir, vazgeçmek en kolay iştir.
“Gidiyorum” diyene, “git” demek.
“Ben bunu yapamıyorum” diyene arkanı dönüp “sen bilirsin” demek.
Yanlış yapana sırt çevirmek.
Halbuki. Başarı, başaran kadar, başarana inananların ortak sonucudur.
AKLIMDA KALAN
“Boncuk” isimli köpeğin bekleyişi: Trabzon’da, hastaneye yatan sahibini beş gün boyunca kapıda bekleyen Boncuk, o kadar çok ilgi gördü ki, dünya basınında yer buldu. Köpekler için normal bu davranış, insanlar için neden bu kadar ilgi çekici olabilir? Sadakat duygusunun insanlar için neredeyse hiç geçerli olmamasından. Sadakatin uzak diyarlara terkedilmiş bir davranış gibi zonklamasından elbette.