Yazmayalı epey oldu.
Bu sürede doktorlar öldürüldü, sağlıkçılar şiddete uğradı.
Tepkiler kondu, rutin.
Sayılar ortaya döküldü, rutin.
Çözüm? Hastane girişlerine kontrol noktaları konmasına karar verildi!
Cinayete gerekçe, güvenlik zaafiyeti sanıldı.
Güvenlik malzemeleri üretenler alan genişletti rutin.
Bir hastaneye günde kaç kişi girer, kaç yolla girer hiç haberleri yokmuş gibi.
Sanki saldırı sadece hastanede olur gibi.
Ev temelden su alırken, çatıyı onarmaya kalktılar.
Durum, “bataklığı kurutmak yerine sivrisinekleri öldürmeye” benzetildi.
Kalp krizi geçiren babam taburcu olunca, kendimizi hastanede daha güvende hissettiğimizi fark ettik.
Önemli bir profesör “Hastalar kendilerini hastanede güvende hissediyor, doktorlar kendilerini hastanede güvende hissetmiyor” dedi. Çarpıcı.
İşin özü temelde şaştı.
Eğitim sistemi önce okuma yazma öğrenmeye, sonra sınav kazanmaya indirildi.
Hayat bilgisi yok sayıldı.
Çok bilenle hiç bilmeyen arasında uçurum eritildi.
Zengin cahil hastaneye patron yapıldı, ünlü profesör onun karşısında ceket ilikledi, gördüm.
İlkokul terk müteahhitler, mühendislerin başına patron oldu.
Kızlarını doktor, mühendisle evlendirme hayali kuran anneler aşağılandı, mahalleyi dolandırarak köşe dönenler ideal damat adayı oldu.
Profesör siyasete girdi, hiç kitap okumamış genel başkan yardımcılarına biat etmesi beklendi.
Bilgi sahibi ve uzmanlar aşağılandı. Uzmana saygı çöp oldu.
“Doktora danışalım” gitti, “doktorunuz cebinizde” geldi.
Sağlık çalışanlarına şiddeti önlemek için kapıya cihaz yerine, beyinlere “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” anlayışını yeniden koymak gerekir.
Hiç okumamışın, çok okumuşa ahkâm kesmesiyle dolu sosyal medya.
Acilen Türkiye’nin kuruluş felsefesindeki eğitim anlayışına geri dönmek zorundayız.
Üstünlüğün giyimde değil, bilgide olduğunun altını çizen tek tip okul önlüklerine (okul forması değil) de.
Bilgi sahibine saygının kıymetli, ne giydiğinin değil ne öğrendiğinin önemli olduğunu bilerek yetişmeli çocuklar.
Doktora şiddeti başka türlü durduramayız.
Konu derin ve fakat ortam yüzeysel.
İngiltere’de başbakanlığa adaylığını koyan biri, ülkesindeki mültecileri Türkiye’ye yollayacağını vaad etti.
Halkta karşılığı olduğunu biliyor çünkü. Dahası halkın buna inanacağından emin.
(Dışişleri “doğru değil” açıklaması yaptı ama onurumuz incindiğiyle kaldı.)
Mülteciler Türkiye’de sıkıştı kaldı.
Geriye dönmüyorlar, Avrupa’ya giremiyorlar.
Ben ülke yönetsem, mültecilerin gidiş kapılarını açarım, gittikleri yer düşünsün.
Yanlış anlaşılmasın mülteci düşmanı değilim, “ülkesizlik” bir insanın gönlüyle isteyeceği bir konum değil.
Ülke yönetmek de bana göre değil.
Sonuç?
Sonuç, ülkemiz bir tür “atık” insan çöplüğüne dönüştü.
Yine İngiltere’de Daily Mirror manşeti şöyleydi geçen hafta: “Plastik atıklarımızı Türkiye’ye yolluyoruz.”
Şimdi de hiçbir ülkenin kabul etmediği asbestli gemi söküm için Aliağa’ya getiriliyor!
Ülkemiz Ortadoğu’nun “atık insan”, Avrupa’nın ise “plastik atık” çöplüğü olma yolunda.
Bizim Türkiye idealimiz bu değildi oysa.
Üstelik de siyasetçi olan kadının biri, İTÜ Makina bölümündeki üç yabancı akademik kişinin fotoğraflarını paylaştı, “ülkemizi ele geçirmişler” yaygarasını kopardı.
Belli ki üç akademisyen de Ortadoğu’dan.
Ortalık karıştı.
Benim okurlarım bile “bu konuda neden sustuğumu” sordu. Bilen bilir, güruhun peşinden gitmem bir, sosyal medya soytarılarını ciddiye almam iki.
İTÜ sayfasına bakıyorum evet o kişiler var ancak üzerinde “misafir öğretim görevlisi” yazıyor.
Misafir!
Kendi okuruma Türkiye’de çok sayıda misafir öğretim görevlisi olduğunu, akademik süreç tamamlanınca ülkelerine döndüklerini, bizim ülkemizden de çok sayıda akademisyenin başka ülkelerde misafir olduklarını açıkladım.
İTÜ açıklama yaptı, üç kişinin akademik çalışmalarını döktü, ülkelerine döneceklerini vs.
O siyasetçi kadın bu kez şöyle dedi: “Ben bu kişileri kıyafetlerinden ötürü değil, acaba akademik yeterlikleri var mı diye düşündüğüm için paylaştım.”
Özrü kabahatinden büyük. Ayıp, çirkin.
Sosyal medya düşüncesizliğin, sorumsuzluğun, klavye kahramanlarının cirit attığı bir yer.
İnsanların onurunu hedef alanlar unutmasın, gün gelir ne idüğü belirsiz sosyal medya ortamında kendi onurları söz konusu olabilir.
Siz siz olun her önünüze düşen paylaşımın üzerine atlamayın.
O akademisyenlerin yerinde olsam, kişilik haklarıma saldırıdan tazminat davası açardım.
İçine kin düşen insanla, içine kurt düşen ağaç aynı şekilde ölür.
Birini sevmeyebilir, birinden nefret edebilir, birine kin duyabilirsiniz.
Orada sorun yok, her şey insana dair.
Sorun, o duyguları bertaraf edemeyip biriktirmekle başlar.
Birine duyduğun kin, intikam gününü beklerken oyar içini.
Hıncal Uluç’un seveni kadar sevmeyeni var onu anlarım, ama, içindeki kini dökmek için onun yoğun bakımda yatmasının beklenmesini anlamam.
Medyadaki aile hanedanlıklarından birine mensup olması Uluç’u yeterince itici yapabilir. Ve fakat, medyamızdan aile hanedanlıklarına dahil olmadan ayakta kalan gazeteci sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Gazetecilik bu ülkede, oğullar, kızlar, kardeşler, damatlar, gelinler diye soy sürerdi itibarsızlaşmadan evvel.
Dahası medyanın iktidar koltuğuna oturup da, genç muhabirleri emir eri gibi kullanmamış, tacizde bulunmamış yönetici sayısı da bir elin parmaklarını geçmez.
Medyamızın günahı çok, saymakla bitmez. Hıncal Uluç üzerinden el yıkayarak temizlenmez.
Diyeceğim o ki, birine kin duyuyorsanız, kusmak için hasmınızın cesedinin önünüze gelmesini beklemeyeceksiniz.
Yürek dediğin şey, hasmın cevap verecek durumdayken ortaya konan şeydir.
Yaz gelince kafam daha yüreğime yakın çalışır;
Bir, Ukrayna’da bir savaş sürmüyor muydu, ne çabuk unuttuk ölenleri saymayı? Savaş görüntülerini yedik bitirdik.
Yaz gelince unuttuk.
İki, o kadar iyi niyetli biri olurum ki, İmamoğlu gibi ders almaz birine “yeni dünyada siyasal iletişim” ve “inatlaşmanın götürüleri” dersi veresim gelir.
Üç, “Bir kadını çok sevmek mi, birden çok kadını sevebilmek mi bir şaire daha büyük şiirler yazdırır” sorusunu ekmek fiyatı kadar ciddiye alırım.
Dört, yaz gelince denize dalar gibi kavramlara dalarım. “Bağışlamak”la “affetmek” arasındaki farka takılırım mesela.
Birini bağışlamanın üstten bakışıyla, birini affetmenin insan yanı aynı şey değil.
Beş, karavanıyla seyahat edenlerin yerinde olmak isterim, içimde bir yerde yaşayan bir kaplumbağa uyanır yaz gelince.
Altı, saçına muz püresi, yüzüne çikolata sürmeyi önerenlere kışın “delirmiş bunlar” diye bakarken, yaz gelince komik bulurum.
Yedi, insanları daha az, doğayı daha fazla ciddiye alırım.
Yaşama sevinci insanın dinamosudur. Her şeyi yitirebilirsin, zamanla yitirdiklerinin yerini yenileri alır ama yaşama sevincini yitirirsen hayat çekilmez olur.
Yaşama sevincine sahip çık, mesela;
Sağlıkla nefes aldığın her anın ne kadar değerli olduğunu hatırla. Hiç nefes almakta zorluk çeken birini gördün mü?
Yaparken keyif aldığın ama uzun zamandır yapmadığın bir hobini yeniden dene.
Doğayı izle. Mesela bir küçük böceği takip et uzun uzun. Yaşamak için aştığı zorluklara bak, şaşarsın.
Islık çal. Biliyorsan ıslıklı melodilere sal kendini, bilmiyorsan olduğu kadar.
Bisiklete bin, yüzüne rüzgâr değsin. Bisiklete binmeyi mi bilmiyorsun? İşte onun için kız kendine, değerli kızgınlık odur.
Usta çağırman gereken bir işi kendin yap. Başarının küçüğü büyüğü olmaz.
Bazen gereksiz sorulardan girer başımız belaya.
Nerede olduğunu merak ettiğiniz birine soracağınız en son sorudur “Neredesin?”
“Seni merak ettim” deseniz, yeter zaten.
“Daha iyisi”yle başlayan sorularda dikkatli olmak lazımdır.
“Daha iyisi yok muydu?”, “Daha iyisini bulamadın mı?” gibi.
“Daha iyisini yapabilirdin” desek olur.
“Kiminle konuşuyordun?” polisiyedir, cevabı bir işe yaramaz.
“Beni sevmiyor musun/ seviyor musun?” sorusu en fenası.
Sevmiyorsa yalana zorluyorsun karşındakini, seviyorsa soru anlamsız.
Sevgi ya da sevgisizlik en somut durumdur, anlarsın.
Ağzını soru sormak için açtığında bir daha düşün derim.
“Doğru insan mı, büyük emekle mi” sorusu: Mor ve Ötesi’nin solisti Harun Tekin, uzun süredir birlikte olduğu Melisa Sözen’in doğum gününü kutlama mesajında öyle cümleler sarf etmiş ki insanı imrendiriyor: “Biricik lunaparkım, sonsuz okulum” diye başlıyor, “Şu zıvanadan çıkmış dünyada senden ne kadar çok güç aldığımı gerçekten anlatamam” diye devam ediyor. En sonunda “Beni hep duymak istemeni dilerim” demiş ya bayıldım. “Duymanı” diyerek bencilleşmemiş, “duymak istemeni” diyerek sencilleşmiş. İnsan okuyunca soruyor, bir aşkın ilk günlerinde her türden abartılı sevgi ifadeleri olur da, uzun süren ilişkinin bir yerinde nasıl olur? Doğru insan mı, büyük emekle mi?