Birinci Dünya Savaşı, öncesindeki hamleleriyle, cepheleriyle incelendiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve paylaşmak savaşıydı diyebiliriz: Irak-Suriye-Filistin başta olmak üzere Ortadoğu, Anadolu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’nın orta ve doğu bölümü mücadelenin ana merkezi oldu.
Bu nedenle “Abdülhamit olsaydı bizi savaşa sokmazdı” gibi açıklamalar tarih bilimine büyük bir saygısızlık olarak tanımlanabilir. Bilimde yapılacak tahrifatlar, geleceğimize zarar veren bilgi (!) aktarımlarını getirir. Yani gömleği ilk baştan yanlış iliklerseniz, bütün düğmeler yanlış iliklenir.
Tekrar vurgulayalım, Birinci Dünya Savaşı, emperyalist güçlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetinde bulunan coğrafyayı paylaşma savaşıydı. Gertrude Beller, Lawrenceler ve daha birçok arkeolog, gazeteci görüntüsündeki İngiliz istihbaratçısı Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önceleri Osmanlı coğrafyasına gelmiş, araştırmalar yapmışlardı. Peki neden Osmanlı hedefti?
Bu durumu, araştırmalarının hakkını veren tarihçilerimizden Nermin Taylan, sohbetimizde bilimsel olarak şöyle özetlemekte: Sanayii devrimlerinin gerçekleşmesiyle beraber Batı dünyasında petrole ihtiyaç büyük oranda arttı. Bu zenginlik de ağırlıklı olarak Osmanlı coğrafyasındaydı. Örneğin İngilizlerin arkeolojik kazı adı altında Musul’in Ninova bölgesinde petrol araması yaptığı biliniyor. Hem stratejik özellikleri hem de yeraltı zenginlikleri dolayısıyla Osmanlı hedefteydi.
Ayrıca dönemin İttihatçı hükümeti, hem İngilizlerle hem de Fransızlarla çok yoğun temaslar gerçekleştirdi. Ancak İngiltere ve Fransa artık kararını vermişti. Son çare Almanlarla uzlaşmaktı. Almanya ile ittifak bu çerçevede gelişti.
Yine İttihatçılar üzerinden yapılan suçlamalardan biri orduyu ekol-emir komuta olarak orduyu Almanlara teslim ettiği şeklinde. Oysa Osmanlı ordusunda Alman ekolünün yerleşmesi Abdülhamit dönemindedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 93 Harbi olarak bilinen 1878 Rus Harbi’nden mağlup olarak ayrılması üzerine Padişah Abdülhamit, ordunun modernizasyonu için Almanlarla temas kurmuştur. Bu temaslar ve yapılan anlaşmalar neticesinde uzun ismi Wilhelm Leopold Colmar Freiherr von der Goltz, bizde bilinen ismiyle Goltz Paşa yanında bir heyetle İstanbul’a gelmiş ve Osmanlı ordusunda Prusya, yani Alman ekolünün altyapısını oluşturmuştur.
Özetle o dönem Abdülhamit de olsa İttihatçılar da olsa herhangi bir iktidar da olsa savaşa girmek zorundaydı. Çünkü hedef zaten bizdik. İkinci seçenek de tamamen teslimiyetti.
Taktik açıdan farklı değerlendirme yapabilirsiniz ancak tarihi gerçekleri böyle tahrip etmek ülkemize, milletimize iyilik değildir. Tam tersine milletin bilincini bulandırarak kötülük yapmış olursunuz.
Bu girişi biraz uzun tutmamın nedeni Andımız’ın yazıldığı iklimi anlamanızdır. Parçalanmış bir ülke söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetindeki coğrafyadan bugün 48 devletin çıktığını söylersek olayın ciddiyeti daha net anlaşılır. İşte bu parçalanmışlık içinde hiç değilse Anadolu’yu, biraz daha zorlayabilirsek Misak-ı Milli sınırlarımızı tutmaya çalışan bir kadro liderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı… Çünkü karşılarındaki düşman, Türk’ü Anadolu’dan tamamen silmeye kararlı bir şekilde saldırmakta. Bütün belgelerde ortaya çıkan gerçek budur.
Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki kadronun, yaklaşık 45 yıl savaşan bir halkla beraber kurduğu Cumhuriyet, gururlu ancak aynı zamanda yorgun. Meclisini cephede oluşturuyor. Ordularıyla, elindeki yorgun, yıpranmış güçle hem askeri hem de diplomatik zaferler kazanmaya çalışıyor. Türk insanını ayakta tutmaya çalışıyorlar.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da öyle. Askeri, siyasi, ekonomik, sosyal anlamda ayakta kalmaları ve hatta güçlenmeleri gerekiyor. Bunu da ilk başta insanların bilinçlerinde gerçekleştirmeleri ve geleceğe yatırım yapmaları gerekiyor. Bu nedenle toplum motivasyonunu hep diri tutmaya çalışıyorlar.
Böyle bir dönemde, Gazi Meclis’in kuruluşunun 13’üncü yıldönümünde Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip çıkıp şu konuşmayı yapıyor:
“Çocuklar!
Güzel yüzlü, güzel özlü Türk yavruları.
Bugün kutluladığımız 23 Nisan, 13 yıl önce çoğunuzun daha doğmanığınız veya süt çocuğu olduğunuz zamanlarda yurdu kurtarmak için, Türk budununu (milletini/ulusunu) kurtuluşa eriştirmek için, Büyük Millet Kurultayının Gazi babanız eliyle açıldığı gündür. Bunu bayram edinmeniz, ey Türk çocukları, öz kurultayın açıldığı, öz devletin kurulduğu ğünü kendi bayramınız için seçmeniz ne mutlu buluş.
Çocuklar!
Bayramınız dolayısiyle size birkaç sözüm var. Bilirsiniz, daha iyi bilirsiniz ki; her Türk çocuğu anasının, babasının olduğu kadar milletinindir, budununundur. Sizin sağlığınıza, sizin çalışmanıza, sizin budun ülküsüne ve türelerine uygun yetişmenize ananız, babanız kadar Türklük yürekten bağlıdır.
Can gözlerimiz üstünüze dikilmiştir. Sizin kafaca, bedence sağlam, gürbüz yetişmeniz; ahlâkça en iyi, en yüksek yetişmenizi, millet dileğini kendi isteklerinizden üstün tutar gönülle yetişmenizi istiyoruz; analarınızdan, babalarınızdan, hocalarınızdan ve hepimizden daha üstün yetişmek gayretiyle çalışmanızı istiyoruz.
Büyük Türk yarının yapıcıları arasına girmek için şimdiden hazırlanın güzel çocuklar! Daima kulağınızda çınlasın ki çalışkan olmayan Türk sayılamaz, ahlakı olmayan Türk olamaz! Şimdiden bağırarak söylüyorum ki, sizlerden çalışmayanlar, millet işlerinde kendi paylarına düşecek olanı en iyi yapmak için bugün en iyi yetişmeğe kulak asmayanlar bizim yarın ki düşmanlarımızdır!.. İçinizde yarın bütün milletin kendisine düşman olmasını isteyecek çocuk var mı?
Budunlar içerisinde bir ve eşsiz Türk’ün güzel yüzlü, güzel özlü çocukları! Türklüğün büyük yarınları sizin görünüşte minimini, dayanıksız, fakat hakikatte acun yapısı kadar sağlam ve dayanıklı omuzlarınızdadır. Bunu düşünün, bilin, anlayın ve bir an bile unutmayın! Size bugün şu işi veriyorum. Bayramınız biter bitmez, mekteplerinize döndüğünüz ilk günden başlayarak birinci derse girdiğiniz zaman sınıflarınızda hep birden ve her gün şu sözleri tekrarlayacaksınız:
TÜRKÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM.
YASAM; KÜÇÜKLERİMİ KORUMAK, BÜYÜKLERİMİ SAYMAK, YURDUMU, BUDUNUMU ÖZÜMDEN ÇOK SEVMEKTİR.
ÜLKÜM: YÜKSELMEK, İLERİ GİTMEKTİR.
VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN!
Bunu yalnız sizlerden, burada bulunanlardan değil, bütün mekteplilerden istiyorum. Haydi Çocuklar! Bayramınız kutlu olsun! Bayramlara umutlu erenler gibi gülün, oynayın, eğlenin!”
Bu konuşma, 23 Nisan 1933 tarihindeki törenlerinde yapılmıştır. Hangimiz bu sözlere itiraz edebilir.
Hem dönemin şartlarını hem de günümüz şartlarını karşılaştırın.
O dönemden çok daha güçlü bir devlete sahip olduğumuz kesin.
Ancak güç, sadece meta ile yani askeri, ekonomik, siyasi güçle olmaz. Toplumların yüreğindeki güç, bu maddi, gözle görünen gücü daha ileri taşır. Ülkesine, toplumuna, değerlerine, ülküsüne inanmayan toplumlar sadece çıkar birlikteliği yaşar. O çıkar birlikteliği de kalıcı değildir.