Bu yazının içinde, bugünlerde gündemde olan Arabistan var, Vahhabilik var, Hilafet var, Şerif Hüseyin’in ihaneti var, Abdülhamit Han var, Milli Mücadele var, Lozan var..
Yani pek çok başlık var. O yüzden biraz uzun olacak.
Evet; Ortadoğu deyince ulusalcı eğitim müfredatının hangi şabloncu bakış açısı akla gelir?
“Araplar bizi 1. Dünya Savaşı’nda arkadan vurdu” cümlesi gelir, değil mi?
Neticede bu söz, içerik itibariyle “ırkçı” bir cümledir.
Zira bizi arkadan vuran “tüm Araplar” değildir.
Bizi arkadan vuran, kendisinin Haşimi sülalesine mensup olduğunu söyleyen Şerif Hüseyin ve şürekasıdır.
Bizi 1. Dünya Savaşı’ndan çok çok önce vuran birileri daha vardı ki, onlar da Suud ve Vahhap ailesidir.
Önce Şerif Hüseyin’den başlayalım:
Şerif Hüseyin, bugünkü Ürdün Kralı Abdullah’ın dedesinin dedesidir.
Tam 103 yıl önce, 1. Dünya Savaşı’nın 2. yılında Şerif Hüseyin, Arabistanlı Lawrence isimli İngiliz casusu üzerinden İngilizlerle işbirliği yaparak Osmanlı’ya karşı ayaklandı.
Osmanlı askeri, Hicaz’da İngilizlerle savaşırken Şerif Hüseyin İngilizlerle birlikte Osmanlı askerine silah doğrultuyordu.
Osmanlı 1. Dünya Harbi’ni kaybedince, o bölgede Ürdün, Suriye, Irak isimli suni devletler kuruldu.
İngilizler Şerif Hüseyin’in oğullarından Abdullah’ı Ürdün Kralı, diğer oğlu Faysal’ı önce Irak sonra Suriye Kralı yaptı.
Dikkat buyurunuz, Hilafet kurumu yerli yerindedir; Şerif Hüseyin, Peygamberimizin soyundan geldiğini iddia etmektedir ve Hilafeti sonlandırmak için elinden gelen her şeyi yapan İngiliz’in emrine girmekte beis görmemektedir.
Bu arada birkaç yıl evvel, dönemin en güçlü devleti yani dönemin ABD’si olan İngiltere, yani dönemin Trump’u olan İngiltere Başbakanı Lyoyd George’un amacı Osmanlı’yı yıkmaktı, değil mi?
Ama önce kimi “göndermek” lazımdı?
Pek tabii ki, bugünlerde, olmayan hatıratından Atatürk’e övgü düzen cümleler aktarılan (!) Abdülhamit Han’ı göndermek lazımdı.
Peki 1909’da “giden” sadece Abdülhamit Han mıydı?
Değil; çünkü aynı zamanda “giden”, 2 yıl sonra Trablusgarp, 3 yıl sonra Selanik, 7-8 yıl sonra Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Halep, Batum, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Musul’du..
Tekrar ediyorum: Mekke, Medine, Kudüs, Trablusgarp, Selanik, Şam, Halep, Batum, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Musul, 1909’da bizimdi.
Elbette Lyoyd George, Milli Mücadele’de amacına ulaşamadı.
Ama Türkiye’nin Lozan’a “çağrılması” için, Saltanatın kaldırılmasını istedi. Kaldırıldı.
(Ekim 1922’de Lozan görüşmelerinin başlayacağı kararlaştırıldı. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldı. 17 gün sonra Sultan Vahidettin Selanik’e sürgüne gönderildi. Sürgünden 3 gün sonra Lozan görüşmeleri resmen başladı!)
Bir parantez daha açmak lazım; açıyorum:
(Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Parlamentomuz hemen onayladı. İngiltere parlamentosu ise imzalamayı geciktirdi. Çünkü saltanat kalkmıştı ama Hilafet duruyordu! Hilafet de tam 7.5 ay sonra yani 3 Mart 1924’te kaldırıldı. İşlem tamamdı. İngiltere parlamentosu bundan hemen sonra Lozan’ı imzalamıştı!)
Evet daha fazla detay, köşemin hacmini aşacağı için bu bahsi burada kesiyor ve yazının geri kalan kısmını, Osmanlı’ya isyan eden bir diğer aileye Suud ve Abdülvehhap ailesine ayırıyorum.
Bilinir ki bugün Arabistan bir hanedan tarafından yönetilmektedir.
Arabistan’ın kurucusu Muhammed Bin Suudi olduğu için, bu ülkenin ismi Suudi Arabistan’dır.
Selefi meşrebine mensup olduklarından İbn Teymiyye ekolünü savunurlar.
Bu ekolün temsilcilerinden olan Abdülvehhap, bugün Arabistan’ın “inancı”nın sembolü olan Vahhabiliğin kurucusudur.
Abdülvehhap aynı zamanda, Arabistan’ın kurucusu Muhammed Bin Suudi’nin damadıdır.
Kaldı ki, damat dini otoriteyi, kayınpeder siyasi otoriteyi temsil ediyordu.
Ama Abdülvehhap ölünce siyasi ve dini otorite bir kişide temerküz etti.
(Şimdi birileri zıplayıp “Fikri, Fikri.! Hem Arabistan rejimini eleştiriyorsun. Hem de “temerküz’ diyerek Arapçılık yapıyorsun” der mi? Der. Varsın desin..!)
İşte bu Suud ailesi Osmanlı’ya ilk kez 1720’lerde isyan etti.
Riyad’ı, Mekke’yi, Medine’yi hakimiyetine aldı.
Şii karşıtlığı nedeniyle Kerbela’da Hz. Hüseyin’in türbesini yağmalayacak kadar gözü dönmüş bir şekilde hareket ettiler.
Buradaki hakimiyetleri 100 yıl kadar sürdü.
1820’lerde Osmanlı’nın görevlendirdiği Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu Mekke ve Medine’yi tekrar ele geçirdi.
Heyhat, aradan yuvarlak hesapla bir 100 yıl daha geçti.
Suudlar İngilizlerle anlaşarak Mekke’yi tekrar ele geçirdiler.
Şimdi, yine yuvarlak bir hesapla, aradan bir 100 yıl daha geçti.
100 yıl sonra, 2118’de torunlarımız bakalım “100 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti” isimli kitapta neler okuyacak?
FİKRİ AKYÜZ
fikriakyuz99@gmail.com
Twitter / fikriakyuz99