Yavuz Sultan Selim, sağlam bir felsefenin, derin bir tefekkürün, müstesna bir azmin ve Allah’a adanmışlığın olduğu kadar engin bir mütevazılığın da adıdır.
“Bu dünya tek bir sultana çok, iki sultana ise azdır” diyen; "Gökte nasıl bir Allah varsa yerde de dünyayı idare eden tek bir sultan olmalıdır” diye düşünen o’dur.
Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan’ı, sultanı olduğu devletin hâkimiyetine sokan ve Ortadoğu’ya Osmanlı mührünü basan da o idi. Öyle ki, onun Ortadoğu coğrafyasına Osmanlı Devleti adına bastığı egemenlik mührünün sökülmesi ve kalplere nakşettiği dayanışma ruhunun izalesi ancak ve ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile mümkün olabilmişti.
O, İsrail oğullarını vaat edilen topraklara ulaştırmak üzere Sina çölünden geçiren Hazreti Musa’yı adeta takip etmiş, cengâver ordusu ile aynı çölü yalın bir surette geçme başarısı gösteren ikinci isim olmuştu.
Ona göre; “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür”. O, adını “Yavuz”a çıkaran cesaret ve gözü pekliği nedeniyledir ki Ridaniye Savaşı'nda Memluk kuvvetlerini tam anlamı ile tarumar etmişti. Mısır Memluklerine ve ona bağlı Abbasi Hilafeti’ne son veren de yine o olmuştu.
O, Mısır’ı Türkleştirmekle kalmamış, fakat aynı zamanda Abbasi Hilafeti’ni Osmanlı Hilafeti haline de dönüştürmüştü. Nihayet Osmanlı Devleti hilafet sayesinde dört asır müddetle tüm Müslümanların gönlünde ve gözünde müstesna bir değer, güç ve kuvvetin sahibi olmuştu.
Onun, Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan ve Mısır topraklarını Osmanlı Devleti’ne hediye etmesi neticesindedir ki İslam dünyasının en muazzam, en münevver, en mükerrem ve en şerîf şehirleri ve beldeleri Osmanlı sınırlarına dâhil olmuştu. Mekke ve Kâbe-i Muazzama, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Nebevi, Kudüs-i Şerif ve Şam-ı Şerif’in elde edilmesi Osmanlı Devleti’ni İslam’ın yegâne temsilcisi, Müslümanların tek hamisi ve sözü edilen yerlerin ise bütünüyle hadimi kılmıştı.
O, söz konusu şehirleri Osmanlı’ya kazandırmakla bir anlamda Osmanlı Devleti’ni kutlu kılmış, Anadolu insanının imanını gönlünde daha da sağlamlaştırmıştı.
Onun emeli ne şan ne de şöhretti. Zira o; “Biz bunca meşakkate alkış uğruna katlanmadık, halis niyetimiz rızâ-yı ilâhidir” demekteydi. Ayrıca onun Mısır seferi dönüşünde oğlu Süleyman'ı süslü elbiseler içinde görünce oğluna; “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen anan ne giysin!” diye hitap ettiği herkesçe gayet iyi bilinmekteydi.
Onun içindir ki kendisi için yapılan “Hâkimu'l-Harameyni'ş-Şerifeyn” nitelemesini “Hadimu'l-Harameyni'ş-Şerifeyn” olarak düzelttirme gereği hissetmişti. Çünkü o; “Biz, Müslüman gönüllerin birliğini sağlamak için kendimizi harap etmiş bir milletiz” diye belirtmişti.
Onun ne gözünde ne de kalbinde; ne saltanat, ne sahip olduğu kuvvet ve azamet, ne şan ve şöhret, ne hükmettiği coğrafyaların serveti yahut daha başka şeyler yer edinmişti.
Vefatından önce en yakın dostu olan Hasan Can'ın; "Şimdi Allah ile olmak zamanıdır Sultanım" sözüne; "Bre Hasan Can, sen bunca zamandır bizi kiminle sanırsın?" cevabıyla mukabele etmişti.
O güne kadar önünde herkesin diz çöktüğü “Yavuz”un göğsünde taşıdığı emaneti sahibine teslim etmeden önceki son sözleri ise:
"Hasan! Sure-i Yasin oku... " olmuştu.