Pek doğru bulduğum sözlerden biridir: “Filler tepişir, çimenler ezilir.”
Filler çimenleri fark etmez ama çimenler “Ölecek kadar ezilmeyeyim” gerçeğiyle, “Bir gün belki ben de fil olurum” hayali arasında sıkışmıştır.
Adı Muhammed Seyyid.
Daha 16 yaşında. Somali’den.
Ailesinin bir kısmını geride bırakmış, bir kısmı nerede belli değil.
Ülkesindeki yoksulluktan kaçmış. İnsan gibi yaşamak istemiş.
Her 16 yaşındaki çocuk gibi, hayalleri var.
Var ama.
Ülkesiz her 16 yaşındaki çocuk gibi, onun da hayali önce hayatta kalmak üzerine. Karnı tok uyumak üzerine.
Kaçarak, korkarak, ürkerek, yorularak varmayı başardığı Yunanistan kesiminde elleri kelepçelenmiş halde denize atılmış!
Daha 16 yaşında. Daha çocuk.
İmrendiği ülkelerin gözlerinde, güçlülerin gazabını görmüş.
Kendisine bir ülke ararken, soğuk denizlerde hayatta kalmaktan başka derdi kalmamış.
Halbuki sıcak yatağında onun tek derdi, ilk aşkın kalp çarpıntıları olmalıydı.
Somali’nin çorak topraklarıyla, soğuk ve tuzlu deniz suları arasında çırpınıyor, daha 16 yaşında.
Üç uzun gün. Nasıl korkmuştur kim bilir…
Korku bile lüks, yaşamak için ayakları toprağa değmeli, boğazından taş da olsa yutulacak bir lokma geçmeli.
Çimenleri bile suluyorsun az sararınca.
Boğaz Adası’na çıkabilmiş, bizimkiler de onu orada bulmuş. Bitkin.
Hastaneye kaldırılmış.
Kayaların arasından su içip, bulduğu otları yemiş.
Daha 16 yaşında. Onun dramı burada bitti mi peki?
“Ohh, kurtulmuş” deyip rahatlamak yeterli mi?
Hastaneden çıkınca neler gelecek başına?
Hayal kurmaya devam edebilecek mi o yaştaki çocuklar gibi? Yoksa sadece hayatta kalmak için kulaç atmaya devam mı edecek?
Diyeceğim o ki, insanları yargılarken bize dönük yanlarından yakalıyoruz. Halbuki gördüğümüzün ötesi var, arkası var, özeti var.
Bir şeyden memnun olup olmadığımıza, bizden iyilere bakarak karar veriyoruz. Bu doğal.
Doğal da, bizden kötü koşullarda olanları unutarak yaşarsak, nasıl insan kalmaya devam ederiz?
Fillerin büyük oyunları sürecek de, çimenleri de fark etsin birileri.
BENCE
Bir, Cumhurbaşkanının, İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekmesinin sözleşme içeriğiyle ilişkisi olduğunu düşünmüyorum.
Zaten kendisine oy vermeyeceklerin üzerini çizip, oy verenlerin saflarını sıklaştırmak gibi matematiksel bir işlem yaptı. Reel siyaset bu.
İki, Ak Parti’nin 7. Olağan Kongresi var, 24 Mart’ta. “7” önemli bir rakam. Bir çok karşılığı var. Önemli bir yeri olmalı Erdoğan’ın konuşma metninde ve kongrede.
Üç, Biden, Putin’e “katil” dedi. Uluslararası ilişkilerde sağduyu, “Devler çarpışırken araya girme, bekle” der. Böylece her sonuçta kazanan tarafta olursun. Bizimkilerin “Biden’ın ‘katil’ demesi yakışıksız” açıklaması hiç olmadı.
Dört, yeni kabinede Milli Eğitim Bakanı, işe Talim Terbiye Kurulu’nun 361 sayfalık değerlendirme raporunu okuyarak başlamalı.
Beş, İzmir Büyükşehir Belediyesi 18 ders için 90 bin TL verdiğini açıkladı. Müdürlüğünü yaptığım Ankara Üniversitesi İletişim Araştırmaları ve Uygulama Merkezi olarak biz çok daha azına yaparız. Böylece Tunç Başkan itibarlı bir üniversiteyle de çalışmış olur.
Altı, Biden daha uçak merdivenlerinden düşmemişti. Ama isimleri unuttuğu bir basın toplantısı yapmıştı. Yüzüne dikkatli bakmış, yanımda bulunan iki önemli siyasetçiye şunu demiştim: “Biden’ın başkanlıkta bir yılı çıkarması zor, bence Harris’e odaklansanız iyi olur.”
Yedi, her konuda fikir belirtmekte sakınca görmeyen Ayasofya imamına Diyanet İşleri’nden “Sen kendi işine bak” uyarısı gelse iyi olur.
Sekiz, Muğla Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü, Bodrum ve Milas’ta deniz kıyısına “beyaz kum” diye kireç tozu döken otellere ceza vermiş. Aynı duyarlılığı Mandalya Körfezi’ni rezil eden balık çiftliklerine de göstermeleri gerek.
AİLE CANDIR
Bizim Aile Bakanlığımız pek üzerinde durmaz ama, “aile” bizde hava yastığı gibidir.
Her kazada açılıverir ve canımızı kurtarır.
Koronanın krizlerine karşı nasıl direnç gösterdik? Aileyle.
Belçika’da bir üniversite, 42 ülkede korona salgını sürecinde ailelerin tükenmişlik sendromunu araştırmış.
En tükenen ülke Belçika, sonra ABD.
Bizde oran sıfır çıkmış!
Aile rüzgârda ağaç kovuğu, yağmurda saçak altı, soğukta battaniye arası gibi bir şey bizde.
Şimdilik.
15 GÜNDE BANA AŞIK ET
Sosyal medyada kendilerini “medyum” diye tanıtanlar varmış.
Veriyormuşsun 200 TL ile 4 bin TL arasında para, ne istersen oluyormuş.
Birini size 15 günde aşık edebiliyorlarmış!
Buna inanan tabii ki şuna da inanır: Ucuz olana gidersem sonuç alamayabilirim, pahalı olana gideyim garanti olsun.
15 günde gelen, 15 dakikada gider ama konu o değil.
Sadece aşık etme olsa iyi, niyet güzel.
Üç günde sizden soğutma işlemi de var, fiyatı daha yüksek. Öyle de olmalı, yakana yapışandan kurtulmaya çalışmak büyük eziyet.
En çok “Eski sevgiliyi geri döndürme” işine güldüm.
Eski sevgiliye muhtaç olacak kadar nasıl kısır döngüyse…
Adı üstünde, sevgili “eski”yse, hayat her gün yeni. Aynı suda iki kez yıkanılmaz bilmez misin?
“Eşim ya da sevgilimin beni aldatmasına nasıl engellerim?” Bence bonus soru bu.
En yüksek tavan fiyat istenmeli.
Çünkü öneri listesi uzun olacak.
Medyum yerine bana gelseler, diyeceğim belli: “Kardeş, kişi seni aldatmayı kafasına koymuşsa, allame-i cihan olsan işe yaramaz.
Zira, bilmez misin akacak kan damarda durmaz.”
İşte bu yüzden medyumluktan para kazanma ihtimalim sıfır.
Neticede gerçekler para etmiyor.
OKSİJEN NASIL BİR GAZETE?
Soran çok, çiçeği burnunda Oksijen’i gazete olarak nasıl buluyormuşum?
Şöyle diyorum;
Ne zaman Oksijen gazetesini alıp okumaya başlasam kendimi sanki büyük bir teknem varmış gibi hissediyorum.
Lüks restoranlarda yemek yer gibi oluyorum.
Maldivler seyahatimden yeni dönmüş gibi hissediyorum.
Yüksek sosyeteden de yükseğine dahilmişim gibi havalanıyorum.
Boğaz manzaralı barda, en pahalı şarabı içer gibi “cool” bir tarza geçiyorum.
Neden derseniz…
İkinci sayfanın tamamını dünyanın en lüks restoranının açılışına ayıran bir gazete.
Ultra zengin tatil beldelerimizin ultra zenginleriyle söyleşi yapan bir gazete.
Köşe yazarı, muhabiri en tuzu kuru kesimden olan bir gazete.
Solcu yazarı bile, halkı şarkılarda bırakmış, kendisini elit kesimle kanka yapmış Livaneli olan bir gazete.
En yakın zamanda Orhan Pamuk röportajı bekliyorum şimdiye kadar yapmadılarsa. Yakışır çünkü.
Şikayetçi miyim? Asla.
İnsan kendisini böyle havalı hissettiren gazeteden şikâyetçi olur mu?
KARARI BAŞKALARINA BIRAKIRSAN, SONUCA KATLANIRSIN
Beşiktaş’la Fenerbahçe berabere kalınca Sergen Yalçın isyanlarda, “Bu hakemi istemiyoruz” diye.
Önceki hafta da Fatih Terim öyleydi.
Tamam, hakemlerde sorun olabilir, bu gerçeği biliyorsan futbolunu neden sonucu hakeme bırakmayacak şekilde oynamıyorsun?
Hayatta da öyledir, kazancı ya da kaybı başkalarının belirleyeceği çizgide durmamak gerekir.
Ağlamayı bırakıp, “hakeme rağmen yendik” moduna geçmezsen, kazanmak sadece rastlantılara kalır.
Ve her zaman “Nerede yanlış yaptık” sorusudur, engelleri aşmaya neden olacak tutum.
AKLIMDA KALAN
Bebek Otel’in basılması: Bebek Otel’deki korona baskınına öyle sevindim ki anlatamam. Virüsün yayılmasını garibanlara fatura eden, denetimlerin garibanla sınırlı olduğu, zenginlerin salgından bile muaf tutulduğu algısına bir tür pansuman gibi oldu.