Dini liderlere ortak dua çağrısı: "Bir derviş, bir rahip..."

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın semavi dinlerin Türkiye'deki temsilcilerini arayarak hatır sorup, şifa ve rahmet dileklerini ilettiği ve koronavirüsle mücadele için dua etmelerini istedi. Bu bilginin kaynağı Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde danışmanlığını yapan yazar Ahmet Tezcan. Usta yazar, 365 Haber'deki "Bir Derviş, Bir Rahip; Sekiz Köşeli Şapka" başlıklı yazısında Cumhurbaşkanı'nın bir kez daha azınlık cemaat önderlerini arayıp ortak dua önerisinde bulunmasını istedi...

İşte, Ahmet Tezcan'ın Cumhurbaşkanı Erdoğan'a çağrıda bulunduğu  "Bir Derviş, Bir Rahip; Sekiz Köşeli Şapka" başlıklı yazının detayları...

BİR DERVİŞ, BİR RAHİP; SEKİZ KÖŞELİ ŞAPKA

Nur içinde yatası bir derviş tanımıştım, Elazığlı idi, Şapkacı Mustafa Abi. Memleketinin o meşhur 8 köşeli şapkalarından yapıp satarak geçinirdi. Kendisinden duymadım ama her köşesinin ayrı bir anlamı varmış, Selçuklu Yıldızı’ndaki köşelerin anlamına benzer şeyler:

1-Yiğitlik, 2-Mertlik, 3-Çalışkanlık, 4-Cömertlik, 5-Dürüstlük, 6-Misafirperverlik, 7-Alçak gönüllülük, 8-Doğruluk

O şapkayı takan Gakkoş, bu sekiz vasfa sahip olmalı imiş. Başkasını bilmem, fakat Şapkacı Mustafa Abi öyle bir adamdı, şahidiyim. Başından geçen bir hadiseyi anlatmıştı:

Vaktiyle yaptığı şapkaların tanesini 9 liraya satar imiş. Hafif defosu olanları ise 3 liradan verirmiş. Bir gün öyle bir şapka çıkmış elinden, onu bir kenara ayırmış, 9 liralık şapkalarla karışmasın diye.

Yeğeni gelmiş dükkana, çay sohbet derken ezan okunmuş, “Hele yeğen, sen şu dükkanda dur da ben namazı eda edip geleyim” demiş, camiye gitmiş. Döndüğünde yeğeni “Bir şapka sattım, aha parası” deyip 9 lirayı bırakmış avcuna. Eli değil ama yüreği cız etmiş Derviş Mustafa’nın. Telaşla “Hangi şapkayı sattın?” diye sormuş. Yeğeni bir kenarda tek başına duran şapkayı sattığını, gelen köylünün onu beğendiğini söylemiş. “Eyvah” demiş Mustafa Abi. “O şapka arızalıydı, değeri 3 liraydı, ötekilerle karışmasın diye kenara koymuştum, sen 3 liralık şapkayı 9 liraya mı sattın, vay başıma gelene!”

Dükkana sığamamış. Eve sığamamış. Elazığ’a sığamamış. Şeyhinin dergahına koşmuş.

“İçeri girdim, oturdum, dakika geçmeden Efendi başladı anlatmaya.”

“Bakın ağalar” demiş Efendi. “Bir yerden mal aldınız, üstünde hiç değişiklik yapmadan, emek harcamadan satmaya karar verdiniz. Yüzde 10’a satsanız helal, 20’ye, 30’a, 50’ye satsanız yine helal.. 90’a 100’e satmak vicdansızlık, 100’den fazlasına satmak haram!”

Derviş Mustafa “Aha da yandım!” demiş içinden. “Efendi beni anlatıyo.. vallaha da yandım, billaha da yandım!”

Başı önde buram buram terleyerek yutkunmuş. Efendi ise hiç ona bakmadan konuşmaya devam etmiş.

“Bir mal daha aldınız.. amma onu biraz işlediniz.. kestiniz biçtiniz.. ütüyü kızdırıp üstüne bastınız, o maldan ortaya başka bir şey çıkardınız yani.. İşte o malı 50’ye de satsan helal, 250’ya satsan da helal.. Emeğin pahası olmaz yavrum, sıkman canınızı!”

Şu Corona günlerinde haberleri dinlerken yahut akıllı telefonlardaki, asosyal medya ortamlarındaki canlı yayın sohbetlerine bakarken salgını fırsata çeviren vicdansızlarla ilgili bir laf duysam, Şapkacı Derviş Mustafa Abi geliverir gözlerimin önüne. O kara boncuk gözlerinden elma yanağına süzülen gözyaşları ile anlattığı 3 liralık şapka hikayesini yeniden dinlerim, sesiyle, kokusuyla, korkusuyla, mahcubiyetiyle ve sevinciyle…

Cumhurbaşkanı televizyonda canlı yayınlanan konuşmasında “Sağlık maskesinin parayla satışını yasakladık, maske herkese bedava dağıtılacak!” dediğinde de hatırladım, “Şimdi Mustafa Abi olsa bir oh çekerdi ki içinin bütün yağları erirdi” diye düşündüm.

Twitterda birileri paylaşmıştı, Almanya’dan, bir markette çekilmiş fotoğrafta, 30 derecelik sıcak suda yıkanabilir maskenin 14,99 yani 15 Euro’ya satıldığı görülüyordu. Oradaki fırsatçılar da buradakinden farksızdı yani. Fakat para ile satışı yasaklandı burada, dünyada bir ilk olarak, fırsatçıların eli böğründe kaldı.

“Nolaydı ah nolaydı” diye düşündüm. “Elazığ’ın o 8 köşeli şapkası şimdi orada bile çokların takmadığı geleneksel bir yerel ürün olmasaydı da her köşesinin anlamıyla birlikte herkesin kuşandığı bir haslet ve başımızda bir devlet olaydı!”

Olmadı işte! Biz olamadık!

Bir küçük kusur için kendi emeğini yok sayan bir hasletten, başkasının emeğini bin kusur uydurup yok sayan bir hasede düştük. Sadece yok saymakla kalsak iyi gene de, şükredeceğiz. O emeğin ortaya bir şeyler çıkarmasına mani olmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.

Sebeb?

Yapan bizden değil de ondan!

Sağlık Bakanı diyor ki; “Yaptığımız şehir hastanelerin tamamı, acil durumlarda bütün odaları yoğun bakım ünitesine dönüştürülecek teknik sistemle donatılmıştır! Bu dünyada bir ilktir!”

Öyle mi? Demek öyle!

O halde ben de o şehir hastanesinin yolunu yapmayıveririm, param yok derim, gücüm yok derim, vırt ederim zırt ederim, hastanenin açılışını yaptırtmam!

Buyuz biz! Bu hâldeyiz! Bu hâle geldik! Getirilmedik, geldik; bilerek, isteyerek, teammüden!

Güya sistem değişti. Parlamenter sistem kalktı, Başkanlık sistemi geldi. Fakat eski sistemin alışkanlıkları olduğu gibi duruyor.

Muhalefet sağlık hizmetinde olanlara şiddeti önleyecek bir kanun tasarısı mı getirdi, derhal reddederim! Ertesi gün iki üç değişiklikle aynı kanunu Meclis’e ben getiririm!

Yahut iktidar cezaevlerine virüs bulaşmasın diye acil, olması gereken bir kanun mu hazırlamış, kıyameti kopartırım. Ortalığı velveleye verir, tasarıda olmayan şeyleri varmış gibi göstererek, “tecavüzcüleri salacaklar” diye sadece milleti değil, yabancı ülkeleri de iğva ederim!

İktidar da olsam, muhalefet de olsam yapılması gerekeni ya ben yaparım, yahut yok sayarım!

Biz buyuz! Hâlimiz bu!

Ne Derviş Mustafa’nın şapkası kalmış ortada ne de o şapkanın sekiz köşesi. Bir garip çember var, bir fasit daire, gözleri bağlı çıkrıkçı eşşeği gibi bir karanlık kör kuyunun çevresinde dönüp duruyoruz!

Eşşekliğin alemi yok halbuki!

Ortada bir yangın var, sadece memleket değil, bütün dünya yanıyor. Celvetin suyunu çıkardığımız için bizi mecburî halvete sokan, tekebbürde zirve yaptığımız için tefekküre zorlayan bir virüs belası ile dünyanın her ülkesinde binlerce insan kimsesiz, sessiz ve nefessiz can çekişip kendi ciğerlerinde boğularak ölüyor! Binlerce insan! Yani binlerce âlem ölüyor yoğun bakım odalarında!

Ne diyordu hani, Hüsn ü Aşk şairi Şeyh Galip Dede:

“Hoşca bak zâtına kim zübde-yi alemsin sen

Merdüm-i dîde-yi ekvân olan âdemsin sen”

İnsan işte bu! Kainatın göz bebeği, özeti olan insan! Her insan! Her gün kaç kainat yok oluyor yoğun bakım odalarında? Düşünmüyoruz. Fakat biz onları soğuk, donuk rakamlar olarak görmeye, o rakamlar üzerinden sidik yarıştırmaya devam ediyoruz.

Bir yanımız; Batı ülkelerindeki günlük ölüm oranlarına bakıp Türkiye’deki günlük ölümlerin 3 haneli rakamlara henüz ulaşmamış olmasından rahatsız oluyor. Bununla da kalmayıp örgütlü yahut örgütsüz, sosyal yahut asosyal ortamlarda ölü sayılarının açıklananın 3 katı, 5 katı, 10 katı olduğunu uydurarak, her söylenene inanmaya hazır kitlelerin öfke ve nefret katsayısını yükseltmeye çalışıyor.

Öbür yanımız; Türkiye’de henüz 3 haneli rakamlara ulaşmamış günlük ölü sayısına bakarak, Batı ülkelerindeki 4 haneli sayılara seviniyor, içten içe değil, açıktan açığa, doğrudan doğruya, geçmişte yaşanılan acıların faturasını bugüne keserek, o ülkelerdeki ölümlerin 6 haneli rakamlara ulaşması için dua ediyor! Evet dua ediyor, her gün 10 bin, 20 bin, 200 bin insan ölsün, o kadar alem, o kadar kainat yok olsun istiyor!

Nasıl bir ahmaklıktır ki bu, böylesi bir acıda bile bizi yan yana, omuz omuza getirmez, el ele verdirmez, “hayırlarda yarışma” zevkinden, neşvesinden, sevabından, güzelliğinden mahrum eder?

Çekişiyorum kendimle böyle, beynimin bir tarafında binlerce hücre can çekişerek ölürken, gözlerimin önünde Elazığlı Derviş Mustafa’nın hatırası duruyor. Her biri bir kainat değerinde anlam taşıyan 8 köşeli şapkası ve kara boncuk gözlerden elma yanağa süzülen iki cihana bedel iki damla gözyaşı!

Derken bir sinyal geldi, telefonumu açtım, instagramda bir mesaj. Mardin’deki Deyrulzafaran Manastırı’nda tanıyıp sevdiğim bir Süryani rahipten, Abuna Gabriel’den. İnstagramdaki takipçilerine şöyle diyordu Gabriel Baba:

“Sayın Cumhurbaşkanımız bugün saat 17:00’de Sayın Metropolitimiz Mor Filüksinos Yusuf Çetin’i aradılar, cemaatimizin hâli ve hatırını sorarak, Corona Virüs salgınının en kısa sürede ve en az hasarla atlatılması için dua etmesini istediler. Ayrıca hastalarımıza şifa, vefat edenlere de Allah’tan rahmet dilediler.

Sayın Metropolitimiz de Sayın Cumhurbaşkanımıza, gösterdiği alicenaplık ve ilgileri için şükranlarını arzetti. Ayrıca ülkemizin salgını atlatabilmesi için başta Zat-ı Alileri olmak üzere devlet adamlarımızın ve yöneticilerimizin gösterdiği üstün gayreti takdirle karşıladıklarını, salgının bir an önce son bulması için dua ettiklerini arzetti.”

Heyecanla bir yerleri aradım. Evet doğruydu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bütün dini cemaat temsilcilerini aramış, hatır sormuş, şifa ve rahmet dileklerini iletip dua etmeleri ricasında bulunmuştu.

Bir anda gözlerimin önünde Şapkacı Mustafa’nın yürek yağlarını eriten bir ohhh çektiğini hissettim.

Hayır hayır hayır!

Biz; onlar, ötekiler, üsttekiler değiliz. Vallahi değiliz, billahi değiliz!

Asıl buyuz biz!

Şapkacı Derviş Mustafa’yı her iki dilden Kuyumcu Rahip Gabriel Baba’ya bağlayan ve dünyada belki başka hiçbir ülkeye ve millete nasib olmayan sırrın çocuklarıyız!

O çocuklar adına Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bir ricada daha bulunmasını talep ediyorum:

Lütfen, dün tek tek aradığınız o cemaat temsilcilerini yine arayınız, televizyonlardan, sosyal, asosyal ortamlardan canlı yahut banttan yayınlanacak bir ortak dua için bir araya gelmelerini rica ediniz! Her biri kendi dinince ve kendi dilince dua buyursun ve hepimiz Âmin diyelim! Şu bize neredeyse bire bir benzeyen, bize unuttuğumuz bizi hatırlatan Corona virüsünün bütün dünyada bir tek can daha almaması için garezsiz, ivazsız, halîm ve selîm bir kalple Âmin diyelim!

Ne olur Leylâ! Ne olur!

Basketbol Türkiye Macaristan maçı ne zaman, hangi kanalda şifresiz Sular istinat duvarını yıktı, ilköğretim okulu sele teslim oldu Ufuk Uras kimdir?
Sonraki Haber