Bir haftadır Kars’tayım. Şehir merkezinde çok az vakit geçirdim, zamanın çoğunda dağların başındaki köylerdeydim. Ermenistan sınırı boyunca birkaç kez güneyden kuzeye gidip geldim.
Rakımın 1700-2000 metre olması yetmedi, 2500-3000 metre yükseklikteki yaylalara çıktım. Kars ile ilgili yazım sonra…
Zor bir gezi olacağını baştan biliyordum. Tuvaleti olmayan köylerde kalmam gerekecekti. Bir divanda yün döşeklerde yatacaktım ve yattığım yeri bir kalabalıkla paylaşmam gerekecekti. Ve dışarıdan hep ‘sevimli’ görünen doğanın tezekler, inekler, ahırlar dâhil pis kokuları…
Bu yüzden bu tür geziler herkesle yapılmaz. Benimle oğlak sevmeye gelip, “Ay leş gibi kokuyor” diyenlerden bıktım çünkü. E ahırdayız, doğal değil mi? Bazı seyahatler, zorluğuyla büyük deneyimlerdir. Güzelliği de bundan gelir.
Doğa, doğal yaşam, doğaya dönüş son dönemlerin moda söylemleri… Doğa romantizmi güzel ama bu zorluğunu görmeye engel de olmamalı. Bir yığın lüks içinde, tepeden bakarak ‘doğal yaşam’ diye tutturmak kolay çünkü.
‘Less is more’ yani az çoktur diyen bir tane yoksul insan bulamazsınız. Tıpkı “Simplicity is the best” diyen varlık içindekiler gibi… Neymiş sadelik en iyisiymiş. Uzun yıllar önce sadeleşmek, hafiflemek serüvenine atılmış biriyim. Bunlara karşı olduğum anlaşılmasın sakın. Sadece bunlardan yana olanların çelişkili ruh hallerine işaret ediyorum.
Kars’ın sınırdaki, çöl dedikleri çorak arazilerle çevrili, bir yeşil ağaç görmek için kilometrelerce gitmek gereken dağ köylerinde ‘doğal yaşam’ın karşılığı şehirlilerin romantize ettiği gibi değil.
Nüfusun çok az olduğu köylerde okullar boş duruyor; öğrenciler en yakın okullara taşınıyor.
Özellikle iki ay kadar süren yaz mevsiminin dışında kalan zamanlarda yaşam çok sert ve zor. Yazın bile geceleri soba yakılan bir coğrafya burası. Bazı köylerde evler neredeyse toprağın altına inşa edilmiş, ahırlar hemen evlerinde yanında çünkü hayvanların beden ve nefes ısısına ihtiyaç var. Çok soğuk çünkü.
Pek çok köy elektriğe ve şose yollara 1980’lerde kavuşmuş. Köy çeşmelerinden evlerin içine kadar temiz sular çekilmiş olsa da kanalizasyon alt yapısı yok. Bu yüzden tuvaletler evlerin dışında. Alışılmış standartların epey gerisinde ama tuvalet kâğıdı asmak için pet şişe kesmek gibi pratik çözümler üretilmiş, tiril tiril tuvaletlere de denk geldim. En modern şehirlerde umumi tuvaletlerde elinin altındaki sifonu çekmeye üşenen nadanlara duyurulur. Karda kıyamette evlerin dışındaki tuvaletlere gitmek… Çok çok zor olmalı.
Bulaşık makineleri köy kadınlarının hayatını kolaylaştırsa da yükleri o kadar ağır ki…
Ekmekler hâlâ tezeklerin yakıldığı tandırlarda pişiyor. Ve tezek duvarları her evin önünde saman kuleleriyle birlikte yükseliyor. İnsanların otları ve atları çok önemli… Hâlâ en önemli ulaşım aracı at. Tezekler kışın yakacak olacak, samanlar hayvanlara yem.
Burada hayvancılık, hâlâ insan emeği yoğun yapılıyor. İnekler çayırlara salınıyor. Akşamları sütleri sağılıyor. Tavuklar, kazlar, ördekler, atlar yemleniyor. Otlar biçiliyor. Saman balyaları taşınıyor…
İnsan türü, bu dünyaya ancak icatlar çıkararak ayak uydurabiliyor. Doğayı kontrol altına alarak hayatta kalabiliyor.
Ben bu yazıyı yazarken, bahçedeki at peş peşe kişniyor. Nedenini soruyorum. “Öbür atı başka yere bağladılar. Onu yanına istiyor” cevabını alıyorum. Hayvanların aralarında neler konuştuklarını hep çok merak etmişimdir. O sıra at insanlara sövüyor olabilir mi mesela?
İnekler getirip sütlerini gönüllü vermiyorlar insanlara. Bir yığın sahtekârlık dönüyor. Bir akşam çobanla çıktıkları geziden dönen ineklerin sağılmasına yardım ettim.
Tek bir çobanla otlamaya giden inekler, servisten inen okul çocukları gibi kendi evlerine varınca ahırın yolunu tutuyorlar. Hepsi kendi sürüsünü, ahırını biliyor.
Bütün inekler makinalarla sağılıyor ama o iş bildiğimiz gibi değilmiş. İnekler yavrularını görmeden sütünü vermiyor. Ve insan orada bir hileye başvuruyor. İnekler sütünü versin diye dana salınıyor. Danacık, bir memeyi ağzına alıp karnını doyurma umuduyla anneye koşuyor. Yavrusunu gören anne sütünü bırakıyor. Bütün gün birbirine hasretlik çekmiş canlar buluşsun istersiniz değil mi? Ama hayır, bir insan eli gelip danayı anneden ayırıyor. İneğin sütü iyice sağıldıktan sonra dananın anneyi emmesine izin çıkıyor.
Sağılma sırasındaki ineklerin ara sıra bağırmalarının sebebini merak ediyorum. Onlar da yavrularını istedikleri için bağırıyormuş. İnsanlar atçayı, inekçeyi çözmüşler aslında. Ama ellerinde bir sopa otoriteyi kurmak zorundalar.
Annesi kurban bayramında satılmış bir danayı biberonla besliyorum. Süt bitince parmağımı emmeye başlıyor. İçim açıyor. Sanırım 3 litre süt ona yetmiyor.
Koşması için atlara vurmak gerekiyor. Eşekleri dürtmek gerekiyor. Terbiye etmek için köpekleri dövmek gerekiyor. İşte bütün o zorunlulukları ve gerekleri, insanın doğayı kontrol etme arzusunu tam olarak kabul edemiyorum.
Doğanın kendi dengesine de karışmamak gerekiyor ama orada da zorlanıyorum. Denize ulaşamadan kargalara yem olan caretta carettalara da içim acır hep. Bana kalsa kimse kimseyi yemesin.
Vejetaryenlik, veganlık nutku çekecek değilim, sadece doğanın vahşi, insanın doğaya karşı acımasız olmasına dayanamıyorum.