Covid salgını başladığından bu güne, salgınla mücadelede iki kesim öne çıkıyor;
Bir, tüm sağlık personeli,
İki, karar verici mekanizma olarak Hükümet.
Sağlık personeli bilgi, deneyim ve elinde ne varsa virüsle mücadele ediyor. Yorulsa da, bıksa da.
Karar vericiler, körün fili tuttuğu yerden tanımlaması gibi ilk kez yaşanan bu salgınla baş etmeye çalışıyor.
Sonuç?
Hasta sayıları artıyor, ölüm oranları yükseliyor.
Bu duruma “Don Kişot Sendromu” diyorum.
Cervantes’in kahramanının yalın kılıç yel değirmenleriyle savaşmasına benziyor.
“Yel değirmeni” çok kullanışlı bir metafor.
Ortada yenmek istenen bir gerçeklik var ama o gerçekle kafalarda olan örtüşmüyor.
Sürecin yorulmaz Don Kişot’larından Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, NTV’deki “Hayat Senin Elinde” programına davet edince tereddüt ettim.
Zira, gelinen noktada iletişim tek çözüm değildi.
Yayında soru netti: “Sorunu çözen iletişim dili nedir?”
“İletişim bir süreçtir” desem de sıraladım;
Bir, salgınla mücadele “savaş” mantığında yürütülür.
Dört kesimin devlete desteği gerekir: Sivil toplum örgütleri, özel sektör, medya, kanaat önderleri.
Gördük mü onlardan bir destek? Görmedik.
İki, mesaj kaynağının güvenilirliği zarar gördü. Yeni bir güvenilir kaynak tesis edilmeli.
Üç, krizler kalıcı olacağına göre, aşısından iletişimine koordinasyon merkezi kurulmalı.
Dört, medya yeniden konumlanmalı. Kamu spotlarıyla kriz yönetilemez.
Her gün ekrandan tablo yayınlamak, “yarış” hissi yaratmaktan öte anlam içermez.
Beş, kaynak +mesaj +alıcı şeklindeki iletişim şeması, kolay görünse de her bir kavram karmaşıktır, doğru analiz gerekir.
Altı, toplum bilim kurulu salgına direnç noktalarının analizini yapmaya yarayacak ve bilim dünyasına açık veri bankası oluşturmuş olmalıydı.
Yedi, tüm duygular gibi “korku” da doğru yönetilmeli. Etki derecesi, etki düzeyi yok sayılarak kriz yönetmeye kalkarsanız, direnç oluşur.
Vs. vs.
Onlarca yıllık birikimi on dakika içinde sıralamak zorunda kalmak.
İletişime boşluk doldurucu iş gibi bakmaktan vazgeçip ciddiye almadıkça işimiz zor.
Neyse ki, yayını izleyen devlet görevlileri olmuş da, analiz/görüş ricasında bulundular.
Son günlerde altın madeni şirketlerinin algı yönetimi işleri yoğunlaştı.
Çevre katliamına “Ameliyat da kötü ama bitince iyi” diyen saçmalıkları duydu kulaklarım.
Yine de, Kanadalı Alamos şirketinin Türkiye Müdürü Ahmet Şentürk’ün çevrecilerin isyanları için söylediği “Bizler madenciyiz, sabırlı insanlarız, bekleriz” demesindeki hoyrat tarzı yumuşatmaları zor.
Geçen haftalarda bu şirketlerden birinden teklif aldım.
Önce ne iş yaptıklarını söylemediler. Bütçelerini sordu arkadaşlarım.
“Bütçe sorun değil, yeter ki Nuran Yıldız olsun” cevabını aldılar.
Sonra öğrendik ki, altın madenciliği yapıyorlarmış!
“Ülkeme zarar veren işlerin içinde olmam” dedim, geri çevirdim.
Şimdilerde medya kuruluşları, halkla ilişkiler şirketleri bu madencilerin kirli kârlarına kapılarını açıp para kazanıyorlar.
Onlara, “vatan mevzubahis olunca para her şey olmamalı” hatırlatması yapmak istiyorum.
RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’i azıcık tanıyorum.
Kendisini oraya getiren siyasi otoritenin gereğini yapıyor, anlıyorum.
Kendi halinde biri olsa, fena biri değil, biliyorum.
Yeni önerilere açık, gördük. Salgının ilk haftasında, Merkezimizin teklifini kabul edip hayata geçirdi.
Medyanın süreçte uyması gereken ilkeleri yayınladı.
Ve fakat Ebubekir Beyin iletişim yönetimi pek fena.
Sabah gazetesine neden röportaj verdiğini, neden o cümleleri kurduğunu hiç anlamadım.
Mermiler kendisine doğru gelirken, “Bana mı dedin” diye siperden kafasını çıkaran Temel fıkrasındaki Temel var ya işte o Ebubekir Bey.
Madem Halk Bankası’ndan da maaş alıyorsunuz, “Bu benim etik ve yasal hakkım” denir mi?
Biri de çıkıp “Bankacılıktan anlıyorsan medyadan anlamazsın, medyadan anlıyorsan bankacılık bilmezsin. Bu ikisi zıt kardeştir” demez mi?
“Eşcinsellik bizim ahlaki yapımıza aykırı” cümlesi düşünülse de söylenir mi?
Tarih bir yana, evlerdeki dramları kanatmış olmaz mı?
“Şiddet içeren, milli ve manevi değerlerimizi hedef alan yapımlara göz yumamayız” diyerek, çelişkiler imparatoru oluvermiş.
Şiddet, manevi değerleri hedef alan dizilere göz yumulmuyorsa, televizyonlarımızda neredeyse hiçbir dizinin yayınlanmıyor olması gerekmez mi?
Kimin kimi vurduğu belli olmayan mafya dizileri, kimin kiminle yattığı belli olmayan aile konulu diziler hangi ülkelerde yayınlanıyor, Tanzanya’da mı?
Selam eder, acele cevap beklerim.
Yazmaktan yoruldum, Orhan Pamuk denen kişilik plansız programsız, projesiz roman yazmaz.
Nobel alışının bile bir projenin taçlanması olduğunu ta o gün yazmıştım.
Şimdi bu Pamuk’un, Hürriyet’de, Oksijen’de sayfa sayfa tanıtımı yapılan, Yapı Kredi tarafından basılan kitabında Mustafa Kemal’le dalga geçtiği tartışılıyor.
Eminim yine bir taş döşüyordur arkadaş.
Da.
Ahmet Hakan konuyu köşesine taşıyarak Pamuk’un kitabına verdiği desteğin günahını mı çıkarmaya kalkıyor?
Ya en saygın kültür yazarlarından İhsan Yılmaz, neden bu çirkin oyunda piyon olmayı kabul ediyor?
Bir, Ukrayna’nın komedyenlikten gelen Cumhurbaşkanı Zelensky’nin Türkiye ziyaretinde bir espri yapmasını bekledim. Bekledim.
Kesin siyaset ruhu öldürüyor ki yapmadı adam.
İki, Norveç Başbakanına ceza kesen polisi bizim polislere örnek gösteriyorlar. Saçmalık. Örnek göstermeniz gereken o polis değil, o siyasetçi.
Bizde de “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demeyen siyasetçi örnekleri lazım.
Üç, hiç değilse şu artan işsizlik ve yoksulluk sürecinde, ekranlarda kuzu çeviren, et pişiren, homini gırtlak tadım yapan programlar olmasa.
Yemek programlarında azıcık sorumluluk sahibi olunsa.
Dört, biri Sözcü’de (Rahmi Turan), diğeri Sabah’ta (Hıncal Uluç), iki köşe yazarının, trilyonerlerin oturduğu Alkent sitesinin 1925 lira olan aidatı üzerine tartışmaya girmeleri, medyamızda sözün bittiği yer olsa gerek.
Beş, Cem Yılmaz, Demet Akalın’a “Benim oğlum senin kızdan daha zeki”, Akalın’ın da “Benim kızım saf, seninki değil” didişmesinde, minicik çocukların malzeme yapıldığını görünce, korona virüsün beyin yediğini de düşünüyorum.
Altı, Oksijen’de Suat Başar Çağlan’ın yazdığı portreleri seviyorum.
Yedi, Refik Anadol denen tipin “Makine Hatıraları” sergisini de, o sergiye yapılan eleştirilere verdiği cevapları da sevmedim. Fazlaca çiğ.
Sekiz, İbrahim Tatlıses’in saçını boyamaktan, yüzüne estetik muamele yapmaktan vazgeçseler, sesini duyabileceğiz. O bir ses, bir obje değil ki.
Dokuz, ünlü markanın temsilcisi C.E.’ye, kişisel gelişmek için tao vs. yapıp, seyahatlere çıkması nedeniyle karısı boşanma davası açmış.
Beni ilgilendirmez de, bu “kişisel gelişim” meselesi bizim ülkede ne idüğü belirsiz bir hâl almış gidiyor.
Kişisel gelişemeyiz, beyinsel gelişiriz halbuki.
On, ünlü markanın Türkiye temsilcisi olunca medyamızın ismini kısaltmayla yazıp, başkası konu olunca, ismi açık yazmasındaki ikiyüzlülüğe bir son verilsin diyorum.
On bir, Ugandalı çocuklara diş fırçası götüren popçu Buray’a o aklı veren kimse ondan hemen uzaklaşsın.
Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler gibi olmuş.
Serenay Sarıkaya daha geçenlerde Cem Yılmaz’dan ayrılmıştı. Şimdi ismi, bir iş adamıyla aşk dedikodularına karıştı.
Haklı olarak isyan ediyor: “Yok öyle bir şey, arkadaşıma haksızlık yapılıyor.”
Doğrudur, yanlıştır bilemem. Bildiğim “aşk”ın bu kadar ucuz olmadığı.
Her önüne gelene hissedilmediği.
Aşk kuşu vurup, tüyünü, etini ayırıp pazarda paraya çevirmek değildir.
Tam tersine aşk bir vurulma halidir.
“Harcamıyorsan kötüsün” algısındaki acıklı hâl: Güzin Abla köşesinin kapanma zamanı geldi de geçiyor. Tüketim toplumunun kız sevgilisi kendisine mektup yazmış, “Sevgilim harcadığı paranın hesabını yapıyor. Ne yapayım?” Güzin Abla’dan cevap şu: “Evlenince senin alış verişine de karışır, ayrıl en iyisi.” İlişkilerde de, akıl verenlerde de geldiğimiz nokta ne utanılası değil mi?