Hükümetlerin bütçe açıklarını finanse etmelerinin temelde iki yolu var; borçlanma ve para basma. Toplanan vergilerin üzerinde harcama yapabilmek ancak bu iki yöntemden biri kullanılarak mümkün olabilir. Merkez Bankası kaynaklarını kullanmak aslında hükümetler için en kolay açık finansman yoludur. Karşılığı ödenmeyecek olan ve üzerinde tamamen şekilsel olarak bir faiz oranının belirlendiği devlet tahvilleri Merkez Bankası’na “satılır” ve Merkez Bankası bu satın almayı yeni para basarak yapar. Son derece kolay ve fiziken sınırsız diyebileceğimiz bu finansman yöntemi geçmişte bir çok hükümet tarafından kullanılmıştır. Ancak bu yöntemin en önemli maliyeti parasal genişlemenin yol açacağı enflasyon artışıdır. Açık büyüyüp basılan para miktarı arttıkça enflasyon yükselir. Bu bir döngü haline geldiğinde bir süre sonra sürdürülemez bir hal alır. Bugün bir çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de Merkez Banka’ları Hükümetlerden bağımsızdır. Bu düzenlemenin en önemli sebebi sözünü ettiğimiz bu döngüyü kırmak yani Hükümetlerin Merkez Bankası kaynaklarını kullanmasını engellemektir.
Diğer finansman yöntemi olan borçlanma ülke içerisinden olacağı gibi Uluslararası piyasalardan veya doğrudan devletlerden dahi olabilir. Borçlanma için Hazine tahvil çıkartıp bunu iç veya dış piyasalarda satar. Bu satışın sonucunda çıkarılan tahviller için bir faiz oranı belirlenir. Bu borçlanma faizleri de elbette yine bütçe kaynakları kullanılarak ödenmek durumundadır. Borçlanmanın bir sonraki yılında (bir yıl vadeli olduğunu kabul edersek) şayet bütçede borç miktarı artı faiz ödemesi kadar fazla verilmez ise yani toplanan vergiler harcamaları aşmaz ise borcu ödemek için yine borçlanmak gerekir. Bununla birlikte izleyen yıl hükümet, fazla vermek bir yana yine bütçede açık verirse hem bir yıl önceki borcun ödenmesi hem de bu yeni açığın finansmanı için artarak borçlanmak durumunda kalır. Bu döngü bütçe üzerindeki faiz ödemeleri yükünü her yıl katlanarak artıracaktır. Açıktır ki hükümetlerin borçlanmasının da bir sınırı vardır. Tabiidir ki iç borçlanma yerli tasarrufları aşamaz. Dış borçlar için ise ülkenin riskindeki yükselme doğal bir sınır oluşturur.
Türkiye’de bütçe açıklarının seyrini bir önceki yazımızda göstermiştik. Akıl dışı düzeylere ulaşan açıkların 2002 yılından sonra Ak Parti Hükümetleri döneminde nasıl azaltıldığından söz etmiş ve bunun tarihte eşi görülmemiş bir altyapı ve kamu hizmetlerinde iyileşme hamlesi ile birlikte başarıldığını söylemiştik. Aşağıdaki tablo bu açıkların yol açtığı faiz ödemelerinin yıllar içerisindeki seyrini göstermektedir. Faiz ödemeleri Gayri Safi Milli Hasılanın oranı olarak verilmiştir.
Faiz ödemelerinin Milli Gelire oranı 1998 de iki haneli oranlara çıkmış ve sürekli artarak 2001 yılında benzeri görülmemiş bir orana, neredeyse ülkenin bir yıllık üretiminin dörtte birine kadar çıkmıştır. Milli gelirin %23’nün faiz olarak ödendiği yıl neredeyse toplanan vergilerin tamamı sadece faiz ödemelerini karşılayabilmiştir. Bunun anlamı Hükümetin o yıl yapması gereken tüm kamu hizmetlerini, maaş ödemelerini, yatırımları vs tamamen borçlanma ile karşılaması demektir. Bu durumda yapılabilecek hizmet borçlanma kapasitesi ile sınırlı olacaktır ve elbette borçlanma gereği çok yüksek olduğu için faiz yükü bir sonraki yıl daha da artacaktır.
Faiz ödemelerindeki bu inanılmaz seviye 2002 yılından itibaren düşürülmeye başlanmıştır. Sadece iki yıl içerisinde bu yük tek hanelere inmiş, geçtiğimiz yıl ise Milli Gelire oranla neredeyse ihmal edilecek seviyelere inmiştir. Bu, önceki yazıda sözünü ettiğimiz kamu maliyesindeki inanılmaz başarının sonucudur. Elbette bu azalışta özelleştirmeden elde edilen gelirlerin son derece etkin ve akılcı bir şekilde kullanılmasının da payı vardır.
Peki bu süreç hiç yaşanmasa ve devlet 2002 yılındaki oranda faiz ödemeye devam etseydi karşımızda nasıl bir tablo olurdu? Yalnız buna bakmadan önce böyle bir yükün bu kadar sene sürdürülmesinin mümkün olmadığını söyleyelim. Bizim yapacağımız varsayımsal bir analiz olacak.
Yukarıdaki tablo Dolar cinsinden düzenlenmiştir. Tabloda ikinci sütun faiz yükünün 2002 seviyesinde kalması durumunda 2016 yılına kadar bütçeden ne kadarlık bir faiz ödemesi yapılacağını, son sütun ise reel rakamlarla gerçekleşen faiz ödemelerini gösteriyor. Örneğin 2007 yılında faiz ödemelerinin Milli Gelire oranı %18,9 olsaydı bütçeden 128 Milyar Dolar faiz ödemesi yapılacaktı. Halbuki 2007 de gerçekleşen ödeme 37 Milyar Dolar oldu. Yine örneğin bu yük düşürülemeseydi 2016 yılında 163 Milyar Dolar faiz ödemesi yapılacaktı. Ancak geçen yıl yapılan faiz ödemesi sadece 16 Milyar Dolar oldu. Bu 14 yılın toplamına bakıldığında yapılan toplam faiz ödemesi 500 Milyar dolar civarında iken Türkiye 2001’deki gibi yönetilmeye devam etseydi bu miktar neredeyse 2 Trilyon Dolar civarında olacaktı. Yani 1,5 Trilyon Dolarlık bir farktan söz ediyoruz.
Bu tablonun anlamı şudur: 2002 yılından sonra Ak Parti Hükümetlerinin ekonomiyi ve özellikle bütçeyi başarı ile yönetmesinin kamuya sağladığı kaynak (tabii ki mukayeseli olarak) 1,5 Trilyon Dolar civarındadır. Bu elbette fiktif bir hesaptır ancak reel olarak da çok ciddi bir kaynağın faize ödenmek yerine devletin asli fonksiyonlarını yerine getirmek üzere kullanıldığını göstermektedir.
Önceki yazımızı bir soru ile bitirmiştik. “Son 15 yılda yapılanların beraberinde bütçe açığını neredeyse sıfırlayarak yapıldığına inanmak gerçekten oldukça güç. Peki bu nasıl başarıldı?” diye sormuştuk. İşte bu sorunun cevabı yukarıda açıkladığımız tablodur. Bu 15 yıl boyunca toplanan vergiler “faiz olarak” ödenmek yerine “hizmet olarak” ekonomiye dönmüştür. Başarının izahı buradadır.
Bütçe disiplini ile devletin borçları azaltılmış, böylece faiz yükü düşürülmüş ve devlet halktan bir eli ile aldığı vergiyi diğer eli ile faiz olarak dağıtan bir mekanizma olmaktan çıkıp, “devlet”liğini yapar hale gelmiştir.
Devam edeceğiz…