Türk tarihinin dünyada dengi var mıdır, bilemiyorum. Amma velakin, hiç sanmıyorum. Uzuuun bir tarihimiz var… Oldukça uzun…
Milattan çok öncelere kadar uzanıp da bugünlere kadar ulaşabilen, dünyanın dört bir tarafına yayılmış, kol kanat germiş bir tarih… Coğrafyası, insanları, idarecileri ve idare tarzları ile son derece dalgalı, renkli, enteresan ve bir o kadar da özgün bir tarih… Varsın bir yerlerde üzerinde güneş batmayan ülkeler olsun! Biz güneşi istediğimiz zaman batırmış, istediğimiz zaman doğdurmuşuz kök saldığımız coğrafyalarda. Zira bir düzineden fazla devleti bir çırpıda hem kurmuşuz hem de sonlandırmışız yıldızlarla süslü, mavi gök kubbenin altında. En son batırıp sonlandırdığımız devlet ise devlet olmaktan çok öte, bir imparatorluk olmuş. Hem de koskoca bir cihan imparatorluğu… Oysa ki o devleti kurarken “devlet-i ebed-müddet / Sonsuza dek hükmet” diyerek kurmuşuz. Ama sonra gözlerimizi kırpmadan ve hiç bir acıma duygusu duymadan, bin bir emekle inşa ettiğimiz o muhteşem devletin adını da önceki yıktıklarımızın listesine yazmışız ve topraklarını teb’a-i şahane arasında pay etmişiz tereddütsüzce.
Biz, devlet-i ebed-müddeti yıktığımızda boş durmamışız elbette. Yıkılan imparatorluğun yerine, yeni bir düzenlemeyle bir yenisini, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis etmişiz büyük bir dirençle.
Tabii ki önceki devletlerimizi sadece siyasi ve coğrafi sınırlarıyla yok etmeyip inşa ettiğimiz o dönemin kültürel zenginlikleri ile birlikte ortadan kaldırmışız. Yıktığımız devletlerle birlikte hem sözde “devletlü erkân”ı hem de hakikaten “devletlü” olanları veya “Padişahım çok yaşa!” dediklerimizi, hiç ayırım yapmaksızın, tarihe gömüp def etmişiz düşüncesizce. Keşke sadece tarihe gömmekle yetinseydik, fakat yetinmemişiz… Bir de “efendim”, “devletlüm” dediklerimizi devletsiz, vatansız, yurtsuz ve milletsiz bırakmaktan geri durmamışız. Sürgün etmişiz, kendisini ve ailesini mukaddes bildiği topraklardan… Sınırlarına dahi yaklaştırmadan ta uzaklara…
Evet, son derece enteresan bir siyasi tarihimiz var geçmişimizde! İfrat ve tefritlerin bol bol sahnelendiği bir tarih... Önceki ile sonraki günlerinde taban tabana zıt uygulamalara maruz kalmış, hatta lanetlenmiş siyasi şahsiyetlerimiz mevcuttur mazimizde. Koltuğundan azledilerek dışlanan, atılan, değersizleştirilen bir siyasi şahsiyetler tarihidir bu. Gerçek senaryoların ve gerçek kahramanların ters yüz edilebildiği bir tarih anlayışıyla birlikte...
Özel haber konusu olmuş Superhaber.tv’de...
“Enver Paşa'nın nüfus kütüğünde kaydı yokmuş! Hatta nüfus kütük kaydında olması gereken bilgilerin bulunduğu sayfalar dahi her nasılsa yırtılıp atılmış!”
Gerçi böyle bir durum karşısında şaşırmaya ne gerek var ki… Biz küçük bir kabileden koskoca bir imparatorluk kurmuş bir aileyi, Osmanlı Hanedan üyelerini bütünüyle nüfus kütüğünden silmeyi becermiş ve tarihsel mevcudiyetlerine son vermiş bir milletiz. Hal ve istirhamlarına bakmaksızın, topunu birden silip atmış, ülkeyi kendilerinden temizlemişiz. Hatta inşa ettikleri imparatorluğu bile dünya devletleri defterinden silme marifetini dahi göstermişiz.
Enver Paşa bir zamanlar bu toprakların en güçlü adamıydı. Denilebilir ki, memlekette tek söz sahibiydi. Tek bir işareti, tek bir ifadesi adeta kanun hükmündeydi. Tek bir sözüyle, “İleri, hep ileri!” emri gereğince, binlerce kişi gözünü bile kırpmadan Sarıkamış’ın karlı dağlarında soğuktan donmuş, şehit olmuştu.
Bir zamanlar “koca cihan imparatorluğu” diye bilinen Osmanlı adeta yoktu. Yalnızca “Enverland” vardı. İmparatorluk, “Enveristan” diye bilinir, ülke, Türkiye diye zikredilmezdi. Enver Paşa, önceleri “sade ve sıradan” bir paşa idi. Fakat sonra Harbiye Nazırı, Başkomutan Vekili… derken tam anlamıyla bir “paşa” oldu. Güç ve kuvvetin gerçek anlamda zirvesine ulaştı. Padişahın değil, onun adı daha öndeydi ve onun ne dediği son derece önemliydi.
Enver Paşa'nın söz konusu emsalsiz siyasi gücü 1918’de maruz kalınan cihan savaşı mağlubiyeti ile son buldu. Paşa, mağlubiyet vesilesiyle gözden düşünce vatan sınırlarının çok ötesine gitmek zorunda kaldı.
Oysa ki sözde bir padişahın yanında gerçek bir imparator olan Enver Paşa devletin kaderini on yıl boyunca hep elinde tutmuştu. Fakat yaşanan mağlubiyet her şeyi yıkmış ve yapılan tüm güzellikleri de bir çırpıda bütünüyle hiçleştirmişti. Düne kadar “devletlü” olan Enver’e İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp da acımamış, yaşanan hezimetten ötürü onu yargılamış, apoletlerini sökmüş ve kendisini, vakit kaybetmeksizin, idama mahkûm etmişti. Dahası, çok sevdiği ve hayatını verdiği askerlik mesleğinden de çıkarıp atmıştı.
Divan-ı Harb’in bu insafsız, acımasız kararına rağmen Enver Paşa memleketinden uzakta, sınırlar ötesinde memleket sınırlarını yeniden çizmenin mücadelesini vermekteydi. Bir Turan ve İslam gücü oluşturma gayret ve azmindeydi.
Ancak şu bir gerçekti ki artık Devr-i Enver bitmişti. Enverland veya Enveristan denilen dönem de çoktan sona ermişti. Enver Paşa artık istenmeyen bir şahsiyetti. Hatta ülke için zararlı ve hatta son derece tehlikeli addedilmekteydi.
Zira Bakanlar Kurulu 13 Mart 1921’de aldığı bir kararla, “Enver ve Halil Paşalar ve benzeri kimselerin Anadolu’nun herhangi bir mahalline gelmeleri iç ve dış siyasetimize aykırı görüldüğünden geldikleri takdirde derhal memleketten çıkarılmalarına” hükmetmişti. Enver Paşa Ankara’daki Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu bu kararla Enverland’a girme hakkından resmen mahrum edilmişti. Bir zamanlar bütün haşmetiyle at koşturduğu öz yurdundaki siyaset sahnesinden silinip atılı verilmişti. Gerçi sadece Enver değil, Halil Paşa da ülkesine ayak basma noktasında yasaklıydı. Halil Paşa da Enver Paşa misali bir zamanlar büyük kahramandı. Hem de Kutü’l-Emare kahramanıydı. 1916’da Irak Cephesi'nde Kutü’l- Emare kasabasında İngiliz General Charles Townshend komutasındaki üzerinde güneş batamayan bir ülkenin ordularını esir almış, gündüzlerini geceye çevirmek suretiyle güneşlerini söndürmüştü.
Maceralı bir hayat yaşadı Halil Paşa… Önce Türkiye’den sınır dışı edildi, sonra, "çok pardon, lütfen buyurun" denildi kendisine.
Enver Paşa Ankara’nın almış olduğu yasak kararından sonra çok yaşamadı. Ruslar tarafından ani bir surette geçekleştirilen bir saldırı üzerine Çegan Tepesi’nde, mukaddes ülküsü yolunda en ön safta çarpışırken kurşunlara hedef oldu. 4 Ağustos 1922’de, göğsü son defa indi kalktı, buz gibi havayı bir daha teneffüs edemedi.
Ancak siyaset sahnesindeki Enver Paşa dönemi onun vefatı ile son bulmadı. Kendisinden sonra çocukları ile bir süre daha devam etti.
Enver Paşa'nın eşi Naciye, bir “sultan” idi. Sultan olmasından dolayı da Osmanlı hanedanı üyesiydi. 1924’te hanedan üyelerinin sınır dışı edilmeleri kararı alınmıştı. Ancak o sınır dışı kararının alındığı tarihlerde zaten ülke dışında yaşamaktaydı.
Enver Paşa’nın Naciye Sultan’dan Mahpeyker, Türkan ve Ali adlarında üç çocuğu olmuştu. Çocuklar da annelerinden dolayı hanedan üyesi sayıldıkları için diğer hanedan üyeleri gibi Türkiye’ye girişleri kanunen yasaklanmıştı. Ama bu durum Enver Paşa’nın çocukları için hiç de kabul edilebilir bir durum değildi. Dedeleri Hacı Ahmet Paşa da durumdan son derece rahatsızlık duymaktaydı. Buna binaen resmi anlamda harekete geçti, “el insaf” diyerek kaleme aldığı şu mektubu Başbakanlığa gönderdi:
Yüksek Başvekâlete
Oğlum merhum Enver Paşanın iki kızı ve bir oğlu, analarının sakıt
hanedana mensup bulunması yüzünden vatan haricinde, Fransa’da
yaşamaktadırlar.
Yüksek tahsillerini muvaffakiyetle bitiren ve büyüğü yirmi, küçüğü
on dokuz yaşına giren merhumun çok sevdiği kızlarının yabancı
topraklarda daha ziyade kalmalarına ve Türk’ten gayrısı ile
evlenmelerine yüksek vicdanınız da razı olmayacağından eminim.
Torunlarımın, karındaşlarından biri ile evlenmelerini ve on beş
yaşına giren oğlanın da talim ve terbiyesini milli mekteplerde ikmal
etmesi için ana vatana dönmelerine müsaadelerini yürekten gelen
saygılarla dilerim.
Merhum Enver’in Babası
(İmza)
Hacı Ahmet Paşa'nın Başbakanlığa arz ettiği mektubu müspet bir karşılık buldu. Konu Meclis’e intikal ettirildi. Nihayet 5 Temmuz 1939’da anneleri soylu bir sultan, babaları kahraman bir asker olan hanedan mensubu beş çocuğa Türkiye’ye dönmeleri için izin verildi.
Sürgünde bulunan Osmanlı hanedanı üyelerinden bazıları Enver Paşa'nın kardeşi ve Naciye Sultan’ın ikici eşi Kamil Bey'den olan çocuklarının da özel muamele kapsamasına dâhil edilerek yurda dönüşlerine izin verilmesine birazcık alınmıştı. Ancak genel çoğunluk kararı makul karşılamıştı. Bu durumu makul görenler ileride kendilerini de kapsayacak bir affın çıkarılmasının mümkün olabileceğini düşünmüşlerdi.
Af üzerine Enver Paşa'nın çocukları derhal öz memleketlerine, yani İstanbul’a dönmüşlerdi. Paşanın kızlarından Mahpeyker doktor, Türkan ise kimya mühendisi olmuştu. Oğlu Ali Enver ise baba mesleği askerliği tercih etmişti.
Enver Paşa'nın bütün çocukları kendi ülkelerinde görüp beğendikleri kişilerle evlenmişlerdi. Tabii ki dedeleri Hacı Ahmet Paşa'nın torunları hakkındaki kaygıları da böylece mutluluğa dönüşüvermişti.
Enver Paşa'nın ülkeye giriş yasağı ise 5 Ağustos 1996’da sona ermiş; cansız bedeni doğup büyüdüğü, uğruna her şeyini feda ettiği, yaşarken hasretle özlemini çektiği İstanbul’da, bir daha kopmamak üzere, vatan toprağıyla bütünleşmişti.
Ne garip bir tarihimiz var, değil mi…
Önce överiz, sonra yerer ve hatta söveriz, o da yetmez süreriz… Sonra da; “Affedersiniz
beyim!” der ve buyur ederiz…
Bilmem ki! Kime ne demeli… Ne etmeli…