Erdoğan'ın bugün yaşananlara ışık tutan sözleri...

Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca, ABD ile yaşanan gerilim ve Brunson krizine yönelik dikkat çeken bir yazı kaleme aldı.

İşte Karaca'nın o yazısı...

 Erdoğan neden 'Öleceksek adam gibi ölelim' demişti?

Geçtiğimiz Cuma günü yaşanan abartılı kur yükselişi ve buna karşı gösterilen tepkiler zihnimi bir anda 20.11.2012 tarihine, Erdoğan’ın meclis kürsüsünde yaptığı konuşmaya ışınladı.

İsrail’in Gazze’de estirdiği terör yine çok sayıda ölüme neden olmuş, tam 115 Gazze’li hayatını kaybetmişti. Erdoğan kürsüde dünyanın bu cinayeti sadece izlediğini, BMGK’dan herzamanki gibi sonuç doğuracak herhangi bir adımın atılmadığını söylüyor, uluslararası camiaya sitem ediyor, ama bir taraftan da onlardan ümidinin kalmadığını gayet doğrudan ifadelerle belli ediyordu.

Açık açık şu cümleleri kullandı: “… Başta ABD olmak üzere tüm Batı, adeta Filistin’i İsrail’e teslim etmenin hesabı içinde. Biz diyoruz ki, Türkiye Mısır, Suudi Arabistan ve körfez ülkelerinden özellikle Katar hepimiz el ele vermeye mecburuz. BM güvenlik konseyindekilerin ağzına bakarak adım atacak olursak, halimiz perişandır. Çünkü bugün onlara (Gazze’ye, Filistin’e) yarın bize, bunu böyle bilelim… Ölecek isek adam gibi ölelim”

Bazı cümleler çok basit olsalar da, söyleyenin kimliği ve söylendikleri zaman bağlamında çok ciddi anlam kazanırlar.
O gün neden öyle söylemişti başbakan?

Sadece motive etmek, ezilenlere ilham vermek için mi?
Yoksa Ortadoğuda artan şiddet ve yıkım haritasından kendi lehine en kârlı bahisleri açmış olan ABD’nin ve NATO ülkelerinin Türkiye’nin nasibine düşecek sıkıntılarda yanımızda olmayacaklarını sezdiği için mi?
Herhalde ikincisi.

Zira henüz ortada ‘Gezi Parkı’ münasebetiyle başlayan ve kısa sürede bir iç isyana dönüşen Taksim olayları yoktu ama, Arap baharı çoktan duvara toslamıştı. Esad kendisine direnenlere en ağır karşılığı vermiş, İran’ın desteğiyle sürecek iç savaşın zannedilenden çok daha ağır olacağı kesinleşmişti.

Henüz IŞİD kurulmamıştı, kimse henüz Türkiye IŞİD’e yardım ediyor tezviratına başlamamıştı ama Suriye Batı’nın yabancı terörist savaşçılar diyeceği El Kaide uzantılı militanların akınına çoktan uğramıştı. Suriye meselesinde diktatör Esad’ın değil, halkın; yani muhalefetin yanında duracağını söyleyerek açıktan ihsası reyde bulunmuş olan Türkiye’nin gelişmelerden etkileneceği açıktı.

Henüz 17-25 Aralık bürokratik vesayet girişimi gerçekleşmemişti ama daha ‘FETÖ’ adını almamış olan ‘cemaat’in, Ak Parti’nin altını oyduğu ve Erdoğan’ı ‘tehdit’ olarak görmeye ve aleyhinde çalışmaya başladıkları, Erdoğan’ın da kendilerinin tutumlarından rahatsız olmaya başladığı herkesin bildiği sırdı.

Demokratik açılım süreci, PKK terörünün siyaset ve demokrasinin imkanlarıyla sona erdirilmesine dair bir umut vermişti, fikir iyiydi; ama daha o günlerde bile PKK’nın süngü indirmeye razı olmayan şedit katillerinin Öcalan ile aynı hizaya gelmemesi ihtimalinin çok güçlü olduğu gerçeği tarafından kemirilen bir iyilikti bu.
Olaylar olayları kovaladı nitekim.

Dış basın ve sivil toplum örgütleri destekli bir sokak isyanı, cemaat tandanslı şebeke kurmaylarının başlattığı emniyet yargı bürotlarının operasyonu, dış bağlantılı Türkiye’yi karalama hadiseleri, yaşanan savaşın deri altında kalmayacağının göstergesiydi. Erdoğan’ın İsrail’in öldürdüğü 115 Gazze’liye atıfla yaptığı o konuşmadan sadece iki yıl sonra, İsrail’in OECD’ye girmesini sağlayan ülke olduk. Savcılarımız DHKP-C militanları tarafından makamlarında öldürüldü. Savcı Selim Kiraz’la değil, katili ile ‘empati yapan’ gazeteciler gördük. PKK’nın bitirdiği ateşkes ve terörle yeniden mücadele, derken 15 Temmuz darbe girişimi oldu.

15 Temmuz gecesi “Ölecek isek adam gibi ölelim’ sözünün tam anlamıyla sınandığı andı.
Adam gibi ölmeyi başarmak adam gibi yaşayanlara mahsustu ve o müstesna insanlar, o gece Türkiye diz çökmesin diye Allah’a yürüdü.
Bu bir savaştı, artık hiç kuşku yoktu.
Türkiye sadece 15 Temmuz darbe girişimini püskürtmedi, aynı zamanda Cerablus ve Afrin operasyonlarını yaptı.

KANAMA DEVAM EDERSE SIRTLANLAR UZAKLAŞMAZ

Lakin, Türkiye, çok derinden yaralanmıştı.
Gerek yaptığı tercihler yüzünden, gerek o tercihlere icbar edildiği için, gerekse yaptığı tercihlerin açtığı yoldaki yeni duruşunu sağlam temeller üzerine inşa edemediği için, yaralar kanamaya, çakalları sırtlanları davet etmeye devam etti.
NATO üyesi olmamızın sağlaması gereken hiçbir avantajdan yararlanamıyorduk.
ABD Obama’sı ile farklı, Trump’ı ile farklı cihetlerden aleyhimize çalışmıştı.
AB üyesi ülkeler bizi anlamıyordu.
Ancak 15 temmuz maskesinin çok net aralandığı ve amaçlarının akim kaldığı bir andı.
O aralığı daha iyi kullanabilir miydik?
Evet.

HAKLI OLDUĞUMUZ GÜN MASAYA TÜM SİLAHLARI KOYMALIYDIK

ABD’yle kozumuzu açık açık ve dünya kamuoyunun gözleri önünde paylaşabilir, İncirlik üssünü kapatabilir, Afganistan ve Pakistan’daki askerimizi geri çağırabilir ve Türkiye’yi kaybetmenin neye benzeyeceğine dair net bir ‘promo’ gösterimi yapabilir, moral üstünlüğü tamamen ele geçirebilir, içerde sağladığımız ‘yenikapı ruhu’ üzerine tüm ulusu kapsayan geniş mutabakatı adalet ve liyakat esası üzerinden sürdürülebilir hale getirip dışarda vargücümüzle artık müttefikimiz olmadığı anlaşılan ABD ile keskin bir hesaplaşmaya girişebilirdik. Haklı olduğumuz gün bütün silahlarımızı masaya koyabilseydik, ya adam gibi ölmüş olur, ya da şimdiye temiz bir sayfa açma safhasına geçmiş olurduk. Hiç değilse 15 Temmuz’dan iki yıl sonra Washington’un ‘bir din adamı Hristiyan olduğu için hapiste’ gibi bir tezviratı dünyaya yutturmasıyla kırılganlaşan bir yerde olmazdık.

Batı’nın 15 Temmuz’u yaşatanları koruyup kollamasının yarattığı hayal kırıklığı Türkiye’yi, altına imza attığımız uluslararası sözleşmelerdeki yükümlülükler dahil, yargı bağımsızlığı ve bürokratik yapılanmada liyakat esaslı yapılandırma gibi en hayati konularda bile hatalı davranmaya itti. Batı’ya duyulan öfke, Batı mahreçli olduğu düşünülen/zannedilen evrensel hukuk ilke ve prensiplere karşı özensizlik göstermeye sevketti. O kadar ki bugün, 15 Temmuz köprü davasına bakan mahkeme, o gece köprüye gönderilmiş fakat bir terslik olduğunu anlayarak vatandaşa silah sıkma emrine uymamış 44 erin beratına karar veren mahkeme kendisini fena halde baskı altında hissediyor, yargıçlar müsterih değil. ‘Yargının kararı doğrudur, ateş edenle ateş etmeyen aynı cezayı alamaz’ diyen benim gibiler, yani ceza yargılamasının elifbasını hatırlatanlar en şedit lince maruz kalabiliyor.
Neden?

Yargının bağımsızlığı ile devletin bağımsızlığı arasındaki bağlam bozuldu...
Oysa devleti güçlü yapan, bağımsız devlet ile bağımsız yargı arasındaki senkronun uyumlu olmasıdır. Nitekim bu bağ korunabilmiş olsaydı bugün ‘Brunson ile ilgili mesele adli bir sürecin parçasıdır ve Türkiye’de yargı bağımsızdır’ dediğimizde bu sözün genel geçerliliği ışık hızıyla tüm dünyayı dolaşır ve operasyoncuların elini zayıflatırdı.

MÜHİMMAT, ZAMANLAMA, LİYAKAT

Uzun uzun yazmamın nedeni, ekonomik sıkıntılarla sınanacağımızı da, Türkiye’nin bir savaşı olduğunu zaten bilmekte olduğumuzu hatırlatmak.

Bu hesaplaşma yeni değil, epeydir yaşanıyor. Her zamanki gibi, ülkesinin, liderinin yanında duracak olanların sayısı, durmayacak olanlardan fazla. Ancak sorunlar yok değil ve kangren halini almış durumda. Başta, yukarıda anlatmaya çalıştığım zamanlama ve maddi-manevi mühimmat sorunu var. Neredeyse beş yıldır, ısrarla yinelediğim, ‘ahlaki üstünlüğü kaybetmemeye ihtimam eksikliği’ sorunu var. Liyakat sorunu var.

Dışarda bu kadar büyük bir kavgamız varsa, içerde hata yapma lüksümüz yok.

Asıl soru bu: Türk medyasını kim yönetiyor? Zamanhan Can Kimdir? Nereli? Can Holding'in Sahibi Kim? Yemeksepeti kurucusu Nevzat Aydın fenalaştı! Tedavisi sürüyor...
Sonraki Haber