Bir aydır Saraybosna’dayım. Bosna ve Hersek Cumhuriyeti’nin başkenti, aynı çağa erişmiş olmanın buruk gururunu taşıdığım bilge devlet adamı Aliya’nın şehri, şehitlerin tarihin en alçak ve ahlaksız soykırımının şahitleri olarak kıyam etmiş gibi duran bembeyaz zambaklı kabir taşları ile bize insan olmanın ve insan kalmanın ağır bir bedel gerektirdiğini hatırlattığı hüzün diyarı Saraybosna’da.
İnsanları, karşılama ve uğurlama ifadeleri dışında başka bir dil konuşuyor olsa da yabancılık hissi uyanmıyor bu şehirde. Merkezde Begova Camii’nin hemen yanındaki İmaret’i, eski bir tekke olan lokantayı ve mini kapalı çarşı Bezistan’ı geçer geçmez başlayan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma binalara, Ortodoks ve Katolik katedrallerine, sinagoglara, Sovyetler Birliği döneminin donukluğunu yansıtan yapılara rağmen, çevresi tepelerle sarılmış, ortasından nehir geçen Saraybosna’da bir İstanbul rahatlığı hissediyorsunuz.
Belki ben öyle hissediyorum, hem de bir aydır Yedan ile Deset arasındaki rakamları hâlâ birbirine karıştırıyor olsam da ruhum bu şehre aitmiş gibi...
Saraybosna’dayım ve bu şehirden öğreneceğim çok şey var.
Bu şehirden, şehrin insanlarından ve acı hatırasından.
“Boşnak milleti inatta katırı çatlatır” derdi babam. Bu tespitin somut örneği de var; İnat Kuca, yani İnat Evi. Aliya’nın büyüdüğü mahallede, şu an konakladığımız eve 200 metre mesafede, bugün lokanta olarak kullanılan, sahibinin kamulaştırma kararına direnip inatla tuğla tuğla söktürüp Miljacka Nehri’nin karşısına aynı tuğlalarla eski biçimiyle inşa ettirdiği bir ev İnat Kuca.
"Boşnak İnadı" var evet ama benim gördüğüm "Boşnak Sükûtu" diye bir şey daha var bu şehirde.
Sessiz değiller hayır, konuşmaya başladıklarında şakıyorlar. El kol hareketleriyle çizip tebessümün tonlarıyla bezedikleri konuşmaları, 1991-1995 arasında yaşadıkları soykırıma dair herhangi bir kelimeyle karşılaştığında, sükûtun ağır kepeneğini bürünüveriyor, gözlerin mavisi buz kesiyor. En ağır silahlar ve en ahlaksız yöntemler kullanarak, şiddetin şehveti ve şehvetin şiddetiyle kendilerine saldırmış güruhtan söz açtığınızda kazara “Sırplar” diye bir kelime kullanacak olursanız, “Sırplar değil Çetnikler” diye düzeltiyorlar hemen.
Türkiye’den gelip de Bosna ve Hersek Cumhuriyeti’ni Saraybosna’dan ibaret zanneden, Saraybosna’yı da Yenibosna ile karıştıran, Başkanlık Konseyi üyesi yani 3 Cumhurbaşkanı’ndan biri olan Bakir İzzetbegoviç’i Yenibosna Muhtarı yerine koyan Türk turist, bürokrat ve belediye başkanlarının algısını düzeltmekten yorulmuş artık Boşnaklar, buna bile sükût ile cevap veriyorlar.
Fakat Bosna ve Hersek’teki Boşnakları “Hani Müslümandı bunlar niye Türkçe konuşmuyorlar” diyerek Türkiye’deki Boşnaklarla karıştıracak olan yahut kuru et ve peynir satılan kapalı pazara gidip “Yarım kilo kıyma ver ama domuz eti olmasın” deme gafletinde bulunan, dayak yemese bile hayatının en ağır paparasını yer ve umulur ki yaptığı gafın Boşnak gururunu niye bu kadar incittiğini anlayabilir.
Buraya gelecek olanlara tavsiyem; yola çıkmadan önce Bosna ve Hersek üzerine bir kaç sayfa okuyup öyle gelmeleri; geldikten sonra da sokakta gördüğü yaşı 35-40’ın üzerindeki insanların neredeyse hepsinin birer savaş gazisi olduğunu unutmamaları…
Türkiye’den gelip de anlattığım hataları ve gafları yapanlara kırılıyorlar ama asla affedemedikleri tek şey; herhangi bir konuda söz verip de yerine getirmemek! Bu durumla o kadar çok karşılaşmışlar ki, sarsılan güveni yeniden tesis etmek neredeyse imkansız hale gelmiş.
Aynı güvensizlik Glasnost’tan sonra Türkiye’den siyasi, ticari ve fantastik akınlar yapanlara karşı Türki Cumhuriyetler’de de yaşanmış, 2004 yılında gittiğimiz Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’da buna dair çok kahırlı hikayeler dinlemiştik.
Az evvel "fantastik" derken, bilenler ne kastettiğimi anlamıştır ama ben size Boşnak gazeteci Emine Şeçeroviç Kaşlı’nın “Ben Esra Erol’un Boşnak versiyonu değilim” diye uyardığı "Bosna-Türkiye Evliliği" yazısını ve Türkolog Amina Siljak Jesenkovic’in “Türk’ün tavuğu Boşnak’a kaz; Boşnak’ın karısı Türk’e kız görünürmüş” yazılarını internetten bulup okumanızı öneriyorum.
Biraz dağınık oldu farkındayım ama yazacak söyleyecek o kadar çok var ki, kafada tasnif, gönülde tercih zor.
Türk usulü çay demleyen Makbule Abla’nın Begova Camii yanındaki ocağında karşılaştığımız bir sağır ve dilsiz kadını anlatarak bitireyim.
Sağır ve dilsiz ama zor da olsa anlaşılabilecek kelimeler çıkarıyor, Makbule Abla o kadar alışmış ki, ne dediğini anlıyor.
Kadın bizim Türkiye’den geldiğimizi öğrenince olağanüstü bir gayretle “Erdogan... Erdogan” diyerek bir şeyler anlatmaya çalıştı. Hem baş parmaklarıyla “mükemmel” işareti yapıyor hem de iki işaret parmağını gözleri altında hareket ettirerek ağladığını ifade ediyordu.
Makbule Abla anlattı ne demek istediğini.
Meğer o gün Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın doğum günü imiş, sağır ve dilsiz Boşnak ablamız onun için bizi tebrik ediyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı doğum günü için sevinçten ağlayacak kadar çok sevdiğini anlatıyormuş.
Gönül dili başka bir şey; ne Türkçe’ye gerek var orda ne Boşnakça’ya…
Sen ne güzelsin Leylâ!