Ermeni meselesinin tarihi kökeni 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında mağlup bir şekilde imzalanan Ayastefanos Barış Antlaşması kadar eskidir. Söz konusu antlaşma ile Ermeni meselesi siyasi tarihin günümüze kadar gelecek olan bir parçası haline gelmiştir. Bu anlamda meselenin mucidi Rusya olmuştur. İcadın nedeni yahut vesilesini ise, Ermeniperverlikten öte imparatorluğu bünyesinde barındırdığı uluslar ile karşı karşıya getirmek suretiyle zayıflatmak, meşgul etmek ve kendi emelleri için siyasi, iktisadi, ticari, idari, askeri, kısacası bütünüyle emperyalizm yüklü menfaatler elde etmeye matuf olmuştur. Söz konusu antlaşmanın maddelerinde Ermeni adı aşikâr bir surette geçmese de muhtevası itibarıyla Ermenilerin tebaası oldukları Osmanlı Devleti ile manevi bağlarının kopmasına hizmet edecek fazlası ile manalar mevcuttu.
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde Müslüman dünyasını ilgilendiren önemli olaylardan birisi, Şark Meselesinin ele alınışı çerçevesinde, İngiltere ve Rusya'nın geleneksel politikalarının değişmesi olmuştu. O vakte kadar İslam dünyasında Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünden yana olarak bilinen İngiltere söz konusu siyasetini terk etmeye yönelmişti. Osmanlı’nın kadim ve ölümcül düşmanı ve Doğu'daki Hıristiyan milliyetlerin geleneksel savunucusu Rusya ise Abdülhamid ile daha ılımlı münasebetler içerisine girmişti. Dolayısıyla da Ayastefanos Barış Antlaşması’nda kendisine yer bulan Ermeni varlığının kendisine daha somut bir durum kazandırması Berlin Konferansı neticesinde kabul edilen antlaşmanın 61. maddesi ile mümkün olabilmişti.
Berlin Antlaşması, Ayastefanos Antlaşmasının Osmanlı Devleti aleyhine imza altına aldığı olumsuzlukları muayyen ölçüde gidermişse de 61. maddesi ile daha evvelce sadece Ruslara tanınmış olan imtiyazı bütün büyük devletlere şamil kılmış ve ayrıca Osmanlı coğrafyasındaki azınlıkları Avrupa devletlerinin istismar aracı haline getirmiş, netice itibarıyla da daha derin yaraların açılmasına sebebiyet vermişti.
Sonraki zaman diliminde Rusya ve İngiltere’ye ilaveten Fransa’dan da destek gören Ermeniler ayrılıkçılık yolunda örgütlenme çabalarında bir hayli mesafe kat etmişlerdi.
Ermenilerin gerek Anadolu’da gerekse Osmanlı coğrafyası dışında teşkil etmiş oldukları cemiyet ve dernekler içerisinde adı en fazla öne çıkanları ise Hınçak ve Taşnak komiteleri olmuştu. Sultan Abdülhamid’in iktidarı dönemine denk gelen ve Hamidiye Devri diye tanımlanan safhada Doğu vilayetleri ile batıda İstanbul’da ağırlıklı bir surette olmak üzere bu cemiyetler marifetiyle büyüklü küçüklü fakat terör yüklü ve bütünüyle siyasi mahiyetli kırkı mütecaviz merkezi otoriteye başkaldırı girişimi söz konusu olmuştu. Patlak veren bu isyan hadiselerinin arkasında pek tabii ki gerek İngiltere gerekse Rusya’nın tahrik ve teşvikleri söz konusuydu.
The New York Times gazetesinin ifadesiyle; Rusya bir taraftan Osmanlı Devleti’ne dostane bir surette yaklaşırken diğer taraftan ise vuku bulan hemen her Ermeni patırtısının gerisinde bu ülkenin entrikası var olmuştu. Rus diplomasisinin ikiyüzlülüğü dolayısıyla Rusya esasen, Ermeniler ile neticesi kan ile bitecek türden siyasi bir oyun oynamaktaydı. Rusya’nın Ermenileri vesile kılarak sebebiyet verdikleri siyasi hadiseler ile ulaşmayı arzu ettikleri noktalardan biri ise Abdülhamid’in siyaseten kendilerine yanaşmasını sağlamaya yönelikti.
İngiltere, Rusya ve Fransa’nın alttan alta destek verdiği ve Osmanlı coğrafyası haricindeki ihtilalci beyinler tarafından organizesinin gerçekleştirildiği ve döneminin tabiri ile Ermeni patırtısı, ülkede bir taraftan onlarca, yüzlerce insanın canının yanmasına ve kanının akmasına neden olurken diğer taraftan ise, nispeten de olsa, siyaseten kaotik bir durumun oluşmasına yol açmıştı. Osmanlı Devleti’ne yönelik siyasi emelleri olan ve bu emelleri gerçekleştirme azmi içerisinde bulunan emperyalist bir siyasetin uygulayıcısı durumundaki Avrupa Büyük Devletleri açısından böyle bir durum hiçbir surette kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görülmüştü.
Önceki yüzyılın sonlarında patırtı haline dönüşen Ermeni meselesi esasen sadece bir patırtı olmakla kalmamış, daha birçok olumsuzluğun da vesilesi olmuştu.
St. James Hall'un Osmanlı Devleti’ne karşı menfi yöndeki sesi o kadar çok yükselmiş ve durum o kadar fazla vahametli bir hal almıştı ki imparatorluk dâhilindeki Müslüman nüfusun münevverleri dahi imparatorluğun istikbali ile alakalı oldukça ciddi endişelere kapılmıştı.
Asrın İslam halifesi ve en büyük hükümdarı olan Abdülhamid, en üst düzeydeki isimler kadar en düşük mertebedeki kimseler tarafından bile Melun yahut Lanet Olası Abdül ve ayrıca Büyük Suikastçı olarak adlandırılıp anılmaya maruz bırakılmıştı.
Diğer taraftan Abdülhamid tahttan indirilmedikçe Ermenilere yapılan zulmün sona ermeyeceği düşüncesi gerek kamuoyunda gerekse iktidardakiler arasında yaygın bir kanaat halini almıştı. İngiliz kamuoyunda Sasun isyanına kalkışan Ermenilere duyulan sempati ve akabinde katledildikleri ileri sürülerek başlatılan protestolar gizli bir İslam nefreti ve Hristiyanlık fanatizmi ile Batı kamuoyunu çok daha farklı bir kulvara sürüklenmişti.
Liberallerin öncülüğündeki İslam karşıtlığı bir karakter halini alarak İngiliz basınının önemli bir bölümünün Türk ırkı, Müslüman hukuku ve İslam inancını aşağılamaya ve şiddetli bir şekilde kınanmaya sevk etmişti.
Osmanlı Devleti ve hususiyle de Abdülhamid’e karşı basın vasıtası ile kamuoyu ve hükümet nezdinde görünürde insani protesto mahiyetinde başlatılmış olan saldırılar gerçekte onun iktidar ve itibarına karşı modern bir haçlı seferiydi. Gelişmelerin bu yönde kazanmış olduğu muhteva Müslüman dünyasında da tabii olarak tartışılmaya başlanmıştı. Çünkü İngiltere'nin büyük bir öfke ve nefret içerisinde Abdülhamid’e yönelik olarak ileri sürmüş olduğu suçlamalarının yankısı Müslüman dünyasının her noktasına çoktan ulaşmış bulunmaktaydı.
Rivayet ile iddia edilen Ermeni katliamlarına dair gerek uluslararası ilişkiler platformunda gerekse özellikle Avrupa kamuoyunda oluşumu sağlanan nefret, hiddet ve gerilimin ardından Londra basını işi bir adım daha ileri götürmüş, Avrupa devletlerini, Gladstone'un Büyük Suikastçı dediği Abdülhamid’i tahttan indirme çağırısına dönüştürmüştü.
Tam da bu tarihlerde hassasiyet ifade eden diğer bir olumsuz gelişme ise Amiral Seymour filosunun Ege sularında rahatsız edici bir surette manevra yapmakta olmasıydı.
Abdülhamid, İngiliz devlet adamlarının teskin edebilmek için uzun bir süre bu konu ile alakadar olmuş ve nihayet hanedanın geleneksel gurur ve ihtimamını bir kenara bırakarak, İngiltere Başbakanına mektup yazmak zorunda kalmıştı.
Abdülhamid, izlemiş olduğu politika ve sergilemiş olduğu direnç neticesi iktidarda kalabilmiş olsa da İngiltere’nin onun kötü bir yönetim sergilediği söylemini elden hiç bırakmayarak hep ileri sürüp hararetle savunmuş olması ve bu yöndeki sair söylemeler bütün Osmanlı coğrafyasında, fakat hususiyle de İstanbul’da saf dil muayyen bir kesimin teveccühüne mazhar olabilmişti.
Söz konusu safdil muayyen kesim, öncelikle onu müstebit, zalim, baykuş ve daha birçok menfi vasıfların sahibi olmakla suçlamış, nihayetinde ise işi, kendisini iktidardan uzaklaştırmaya kadar vardırmıştı. Ancak ona isnat veya atfettikleri her bir sıfat, özgün ve orijinal olmaktan uzak, bütünüyle Avrupa patentli mamul hususiyetlerdi.