Floyd’u bileceksiniz, ABD’de polis tarafından öldürülen siyah. Brown ve Taylor’u hatırlamayacaksınız.
Miyopuz, sadece önümüzü görüyoruz.
Çünkü zihin dediğimiz şey, kullanılmaya kullanılmaya çürümüş.
Bak ve çöpe at çağı.
Halbuki çöpe attığımız şeylerle birlikte kendimiz de çöpü boyluyoruz.
Floyd “nefes alamıyorum” diyerek öldürülen siyah.
Brown, beş yıl önce yine polis tarafından Ferguson kentinde öldürülen siyah.
Taylor ise Brown’un ölüm yıldönümünde öldürülen siyah.
Brown ve Taylor cinayetlerinde de protestolar yaşandı.
Ve fakat.
Her ikisi de dünya medyasında olay olmadı.
Her ikisinde de protestolar, Floyd’un öldürülmesi sonrasında yaşananlar boyutuna gelmedi.
Beş yıl öncesiyle bugün arasında değişen ne? Bu sorunun yanıtı yeni siyaseti anlamanın olmazsa olmazı.
Açayım;
Bir, iklim değişti. Dünya, güçsüzlerin tıpkı Floyd’un son sözlerindeki gibi “nefes alamadığı” yeni bir iklimde.
Geçmişte gariban siyasetçilerimizin “Siz de Kızılderilileri öldürdünüz” demesine burun kıvrıldığı günlerden, ABD sokaklarında aktivist Mallory’nin ağzından çıkan “Siyahları yağmaladınız, yerlileri yağmaladınız, yağmalamayı biz sizden öğrendik” sözlerinin çınladığı günlere savruluş o yeni iklimden.
İki, pandemide ölenlerin daha çok siyah ve yoksullar olması kazanı kaynatmaya başlamıştı.
Üç, Trump’ın küstah, nobran sermayedar tavrı, ABD’nin arka sokaklarında zaten sabrı zorluyordu.
Dört, Malcom X ya da Martin Luther efsanelerinin ötesinde ABD’de tam eşitlik hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Dahası bu eşitsizlik, diğer ismi “milli güvenlik sineması” olan Hollywood tarafından kamufle edildi ama artık Hollywood eski gücünde değil.
Çin sermayesi Los Angeles’daki yapım şirketlerini satın alıyor.
Beş, adamım Bauman “Siyaset Arayışı”nda kamusal olanın, siyasal ve özel arasına sıkışmasının patlamalarını anlatır.
Aynen alıntı yapıyorum, başka türlü anlatamam:
“Hayat, belirsizlikleri, bulanık hatları (…) yüzünden iyice korkutucu bir hâl alan karanlık vesveselerle aşırı doymuş durumdadır. Diğer aşırı doymuş çözeltilerde olduğu gibi bir toz zerreciği (burada öldürülen Floyd örneği) şiddetli bir yoğunlaşmanın zembereğini boşaltmaya yeterli.”
Altı, böylesi bir kamusal patlamayı söndürecek bir iletişim mahareti Trump yönetiminde yok.
Sonuç, dünya öyle bir enerji topuna döndü ve covid 19 da bu topu öyle bir sarstı ki, ülkeleri yönetenlerin artık geleneksel bakış açılarından sıyrılıp 21 Yüzyıl bilgisine sahip uzmanları göreve çağırmadan idare edebilecekleri bir yer olmaktan çıktı.
21 Yüzyılı, 20 Yüzyılın kavramlarıyla anlamak o-la-nak-sız-dır.
Elbette siyah Floyd’un, siyah Brown’dan, Taylor’dan bir farkı yok. Fark solunan havada.
Ki “nefes alamıyorum” ifadesindeki çakışma, yüzlerce kitapla analiz edilemeyecek kadar büyük bir mesele anlatıyor.
MADEM ÖYLE
Madem korona sürecinde, ilk orta ve liseler eğitimi EBA sisteminden aldı.
Madem yeni eğitim yılında okullar açılacak.
Benim Milli Eğitim Bakanı Selçuk’a bir önerim olacak:
Gelin yaz boyu EBA’daki derslerin tekrarını yayınlayın. İsteyen çocuk izlesin, tekrar etsin, istemeyen izlemesin.
DEĞİŞİMİ ANLAMAK BU KADAR MI ZOR?
Yassıada “Demokrasi ve Özgürlükler Adası oldu.”
Ben ise adayı Oğuz Haksever’in “canına okumuşsun” sözüyle hatırlarım.
Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı adayı müze yapmak güzel fikir.
İyi de ismi bu kadar uzun ada mı olur, kısaca “Demokrasi Adası” dense olmaz mıydı?
Oraya yargıçların mumyasını koymak yerine bir düğmeyle canlanan halogramlarını yapsanız olmaz mıydı?
Adada otel şart mıydı bilemem ama parklarına sanal mahkeme ortamları koysaydınız, hukuk öğrencileri de orada münazaralar yapsaydı olmaz mıydı?
Değişim etkileşim deyip sonra neden eski yöntemlerle ada tasarlanır ki?
Yeni hakkında konuşmak, yenilenmekten daha kolay ondan mı?
İNSANIN ÖLÜMÜ
SpaceX şirketi uzaya kapsül yolluyor. İçinde iki insan var!
Teknoloji öyle baştan çıkarmış ki milleti, o iki adamın farkında bile değil kimse.
“İlk insanlı test” diyorlar, sanki gönderdikleri maymun!
Doug Hurley ve Bob Behnken onların isimleri.
Halbuki bizim kuşağa sorun. Aya giden astronotların adını kendi adımızdan iyi bilirdik. İnsanın gitmesi, neyle gittiğinden önemliydi.
Bence bu olayda asıl önemlisi, giden roketin geri dönebilmesiydi de o arada kaynadı gitti.
ÇOK GÜLÜYORUM
Hep “ben mahallesizim” diyorum ya. Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay “Türkiye olarak herhangi bir kampa ait hissetmiyoruz” deyince, ülkemle aynı noktada buluşma işine bir gülüyorum ki sormayın.
Ev hapisleri biraz daha devam eder de yaşlılar, “Yaşlılara özgürlük” protesto yürüyüşleri başlatırsa diye düşündükçe gülüyorum.
Olur olmaz herkesin televizyonda izleyip beğendiği biri için “imajı düzeltti, algıyı kırdı” gibi saptamalar yapmasına “aman ne saçma” diye acayip gülüyorum.
BENİ YİYEN SORULAR
Bir, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu online basın toplantısı yapmış, güzel. 50 gazeteci davet edilmiş, o da iyi. Ve fakat ben yokum.
Etki katsayısı yüksekliği derseniz bende var, itibar/güvenilirlik derseniz bin şükür var, online derseniz o da var. Davetli gazetecilerin çoğundan daha çok okunuyorum.
Neden çağrılmadım ki?
İki, uçak yolculuklarında bence fena saçma olan “Hayat Eve Sığar” sloganının kısaltması HES raporu istenmesi tuhaf değil mi?
Madem hayat eve sığıyor, uçakta ne işim var?
Üç, Acun Ilıcalı’nın sosyal medya fake hesabı varmış. Acaba beni de takip ediyor mudur?
Onca yalaka arasından sıyrılıp eleştiri yapanı da insan merak etmez mi yaa?
Dört, TRT 2 her akşam film yayınlayacaksa neden saati bir akşam 20.30, diğer akşam 21.00, sonrakinde 21.30?
Hep aynı saatte olsa da seyircide alışkanlık yapsa. Bu kadar mı zor?
Beş, seyahat yasağı günlerinde komedyenin, şarkıcının İstanbul, Bodrum fink atabilmeleri nasıl oluyor da oluyordu? Hepsinin basın kartı vardı da bizim haberimiz mi yoktu?
BU NASIL MAGAZİN?
Tamam, ünlüsün. Tamam, sokakta sevgilinle sarmaş dolaş olacaksınız. Gözler önünde birbirinizi mıncıklayacaksınız.
Sizin bileceğiniz iş.
Ve fakat kardeşim, o ilişkide sorun çıkıp magazinci peşine düşünce de “Bu bizim özelimiz” diye çemkirmeyeceksin.
Bu bir.
Cem Yılmaz’la Serenay Sarıkaya daha dün bir, bugün iki kavga etmişler. Kız evi terk etmiş falan. Olabilir.
Tam da karantinada, bir evde çıkan tartışma medyaya düşüyorsa dedikoducu kuşu evde arayacaksın.
Yok haberi sen uçurmuşsan, kameralar burnuna girip “barıştınız mı” dediğinde de muhabir fırçalamayacak, maval okumayacaksın.
Bu iki.
Yılmaz Morgül denen adam, yaptığı her yardım sonrası medyaya poz servis etmeye hevesli.
İyi de sen neden yayınlıyor, o görgüsüzlüğe ortak oluyorsun magazinci arkadaş?
BÖYLEYKEN BÖYLE
“Sizinkiler mi güzel, bizimkiler mi” kör döğüşünden öteye gitmeyen medyamızda bu mütevazı köşenin hatırı sayılır bir gücü var.
Önceki yazıda “BTK toplasın şu GSM şirketlerini, ne iş diye sorsun” demiştim.
Konu BTK’yı aştığından Ulaştırma Bakanı, önerimin tıpkısının aynısını yapmış.
Kimse kusura bakmasın ama böyleyken böyle.
İÇİMDE KALDI
Korona karantinası geldi geçti, yapmaya fırsat bulamadığım, içimde kalan şeyler var;
Mesela, gözümün önüne dizdiğim ilk fırsatta okunacak kitaplar sütununda hiç eksilme olmadı.
Mesela, kendime Sidney Poitier ve Yul Brynner filmleri kürü yapacaktım, birini bile izleyemedim.
Öğleye kadar uyuyacağım dedim, sabah saat altı, bende gözler fel fecir oldu.
Online hocalar eşliğinde spora başlayacaktım, ne hikmetse hiç vakit bulamadım.
AKLIMDA KALAN
Dünyayı İnternette kurtarma fikri: Herkesin eve kapandığı günlerde, dışarı açılan tek pencere sosyal medya olunca, bir kıymete bindi ki sormayın. Takipçi sayısı yarıştıran, abone sayısından imparatorluk ilan eden, milyon izleyici bulunca ne oldum delisine dönen var da var. Internette popüler olan siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar sanalda kaldıkları sürece sorun yok. Ve fakat bu kişiler sanal dünyadaki popülerliklerini gerçek dünyaya transfer etmeye kalkınca işte orada sorun var. Bu konuda en iyi tespitlerden birini gazeteciler.com’da Hatice Kübra yazmıştı: “Misal, Türkiye Twitter'dan yönetilseydi muhtemelen AK Parti çoktan iktidardan düşmüş, muhalefet partisi saflarında yerini almıştı.” Nokta.