Fuller neyi koruyor? Bir kült olarak Gülenci yapılanma...

Ahmet Demirhan, SuperHaber için yazdı...

Graham Fuller, 22 Temmuz 2016’da, yani Türkiye’deki başarısız darbe girişiminden sadece birkaç gün sonra, Huffington Post’ta yazdığı yazıda, darbenin arkasında olduğu söylenen Gülenci yapılanmayı savunurken, bu yapılanmanın “bir kült olmadığı”nı, “islam’ın en teşvik edilmesi gereken yüzü” olduğunu yazdı. Fuller’in yazısının dikkat çeken yönü, ne haddine olmamasına rağmen, İslam için kendince “teşvik edici” bir “yüz” ilan etmesi ve ne de ondan alışık olduğumuz tarzda Gülenci yapılanmayı savunmasıydı.

Fuller’in yazısının en dikkat çekici ifadesi sözkonusu yapılanmanın bir “kült” olmadığını iddia etmesiydi. Niye?

Fuller, Erdoğan tarzı bir hareket ile Gülenci yapılanma arasında bir takım farklar sıralar, ancak bu kıyaslamanın hiçbir yerinde Gülenci yapılanmanın neden bir “kült” olmadığını açıklamaz. Bu ifade yazısının başlığından başka bir yerde de kullanılmaz. Örneğin Erdoğan tarzı hareket ile Gülenci yapılanmanın her ikisi de, “islam Devleti, şeriat hukuku veya Hilafet” için çağrı yapmayan, “seküler devlet yapısı” içinde faal olan “ılımlı” temdilciler olsa da, Fuller’e göre, Erdoğan “geleneksel Sünni Türk İslam hareketi”nden gelen bir “politik” hareketin temsilcisi olarak “parti gücünü muhafaza etmeye, popülist tarzda hareket etmeye ve genel refahı artırmaya” çalışan “politik bir lider” iken, “Gülen, apolitik, daha Sufi ve mistik ve toplumsal bir gelenekten” gelmeydi.

Fuller’in Gülenci yapılanmayı yerleştirdiği yer elbette, özellikle 12 Eylül’den sonra örgütçü sol aydınların kendilerini kurtarmak için icat ettikleri bir “İslamcılık” algısını benimseyen, geçtiğimiz yıllarda “İslamcılık öldü mü?” başlığı altında yapılan tartışmanın Karagözlüğüne sığınarak Hacıvat’a karşı “İslamcılığı” savunan kesimlerin sanki köklü bir politik akım “kimlikler sosyoloji”si içine tıkıştırılabilirmiş gibi bir edayla savundukları “politik İslam/kültürel İslam” türü ayrıştırmalara cuk diye oturan; kısacası sadece Fuller’in hitap ettiği uluslararası kamuoyu için değil Türk kamuoyu için de kulağa aşina gelen bir ayrımdı.

Oysa (Şerif Mardinci bir okumaya da fazlasıyla yatkın) bu ayrım tamamıyla yanlış bir algıya dayanmaktadır. Gülenci yapılanma, hiçbir tarafıyla “Sufi” bir akım olmadı. Aynı şekilde geleneksel kesimlere hitap ederek büyümeye çalıştığı dönemlerde dahi, hiçbir zaman “geleneksel” bir damara yaslanmadı: Gülenci yapılanma, ilk başlarda, kendi eğitim tarzlarını halka kabul ettirebilmek adına, Kur’an’ı bile, “popülist” bir takım farazi bilimsel tezlerle yorumlamaya çalışarak toplumda yer edinmeye çalışmıştı ve Fuller’in iddialarının aksine, damardan “populist” bir yönü vardı.

Hareketin başı Gülen’in “Sufi” bir akıma yaslanmasında da benzeri bir durum sözkonusuydu. Hiçbir Sufi üstadı olmadan yetişen hareketin başı, Sufilikteki bir çok uygulamayı tıpkı Kur’an ayetlerini sözde bilimsel faraziyelerle tefsir etme gibi yöntemlerle izah etmeye çalışıyordu ve mesela bazı Sufi akımlarda belirli bir yeri olan “tayyı mekan”ı, bir Holywood gerilim filmindeki yolların birden alt üst olmasına benzer bir şekilde, “Rabbin mekanı üst üste katlayıverir” diye açıklıyordu.

Aslında aynı şey, olağanüstü toplanan Din Şurası’nda Gülenci yapılanmayı tarif etmek için kullanılan “mehdici” niteliği için de geçerli. Elbette Gülenci yapılanmanın içinde “mesihçi” bir damar var ve bu haliyle yapılanma, İslam tarihi içinde çokça örneği görülen “mehdici kalkışmalar”la hayli benzerlikler gösteriyor. Lakin bu nitelendirmenin özelliklikle uluslararası hitap ederken ortaya çıkardığı bir takım sakıncalar var: her şeyden önce, Hristiyanlığın kendisi “mesihçi” bir din (zaten Hristiyanlık, eğer tam Türkçeleştirilseydi, Jesus Christ’taki Christ’a göre tanımlandığından, Mesihçilik adını alırdı. Öte yandan, Osmanlı sultanlarının diplomatik yazışmalarda veya tüccarlara verdikleri beratlarda, Avrupalı muhataplarını “millet-i mesihiyye” mensubu olarak adlandırmalarının nedeni de buydu.)

Diğer yandan, günümüz Batı teolojik, felsefi ve beşeri bilimler düşüncesinde “mesihçilik” hiç de öyle olumsuz bir anlama gelen bir husus değil. Öncelikle Katolik Kilisesi ve içinden çıkan çeşitli taikatlar için “mesihçilik” bizatihi kendi sorumluluklarını belirleyen bir yapı arzeder. Çeşitli kiliselere bölünmüş Protestanlık için ise, “mesiyanik” Yahudilikteki Mesih inancının Hristiyanlaştırılmış bir versiyonunu sunar. Felsefede, “mesiyanik”, son yıllarda Agamben ve Derrida gibi isimlerin öncülüğünde, sekülerleşmiş bir halde de olsa, herhangi bir vaadi olan yapıların veya akımların halini gösterir bir anlayışı ifade eder. Bu anlamda, örneğin, “demokrasi” bile, hiçbir zaman kemale eremeyecek, hep geleceğe erteleyecek, bir türlü kemale eremeyecek bir yapı arzettiğinden, “mesiyanik”tir. Dolayısıyla beşeri bilimlerde “mesiyanik”, vaadi olan bir şeyin, bu vaadini yerine getirmeye yaklaşmaya çabalamanın adı olarak belirir.

Bu anlamda, Gülenci yapılanmayı, 15 Temmuz öncesi bir hakimin UYAP’a girerek yapılanmanın başındaki kişiyi “Mehdi’ ilan etmesi gibi akıl almaz örneklerle karşılaşsak da, “mehdici” veya “mesiyanik” diye adlandırmanın, müslüman kamuoyu için bir karşılığı olsa da, uluslararası kamuoyunda aynı karşılığı göreceği kuşkuludur.

Dolayısıyla, bu tür örneklerini çoğaltabileceğimiz Gülenci yapılanmaya dair nitelendirmeler arasında, Fuller’in yazısının sadece başlığında bu yapılanmanın “kült” olmadığını belirtmesi önemlidir: “kült” nitelendirmesi, bu tür yapılanmanları adlandırmak için pek fazla duyarlı olmayan Türk kamuoyu için pek fazla bir şey ifade etmese de, uluslararası, özellikle de Batılı kamuoyu için bir uyarı niteliğindedir: “Sakın Gülenci yapılanmayı bir kült zannetmeyin!”. Peki ama niye?

Gülenci yapılanmayı, Katoliklik içindeki misyoner bir tarikat olan cizvitlerle ya da mesihçi yönleri nedeniyle Moon tarikatıyla kıyaslamak bir gelenek halini almaya başlamışsa da, onu bir “kült” olarak adlandırmanın Fuller ve benzerleri için taşıyacağı en büyük risk, Scientoloji ile Almanya arasındaki kıyasıya mücadelede görülebilir.

Tıpkı Moon tarikatı gibi 1950’lerde ortaya çıkan Scintoloji, bir Amerikalı bilim-kurgu yazarı tarafından “kişisel bir gelişim” öğretisi şeklinde doğmasına rağmen, giderek bir “din” halini almış ve kendi kilisesini kurmuş bir akımdır. Bu tür akımlar için tam bir memba olan ABD’de bir “din” olarak kabul edildi ve kendi kilisesini örgütlemesine izin verildi. Lakin Scientoloji’nin Avrupa macerası hiç de umulduğu gibi gitmedi. Özellikle Almanya Scientoloji’nin ülkesinde örgütlenmesine karşı sert tedbirler almış; bu da uluslararası olarak da yankı bulan bir mücadeleye dönüşmüştür.

1997’de International Herald Tribune’e, hareketin bir üyesi olan Tom Cruise’un girişimiyle altında Goldie Hawn, Larry King, Dustin Hoffman ve Oliver Stone gibi ümlü isimlerin imzası bulunan bir ilan vererek dönemin şansölyesi Helmuld Kohl’u şikayet eden ve “1930’larda Yahudilerdi. Şimdi de Scientolojistler!” başlıklı bir ilan veren Scientoloji, hareketin Almanya’da yasaklanmasını protestoyu uluslararası taşıdı. Mücadele halen sürüyor. Almanya, Scientoloji’yi bir din olarak kabul etmeye yanaşmıyor; onu bir “kült” olarak kabul ediyor. Hatta mevcut yapılanması istihbarat tarafından sıkı bir şekilde takibata tabi tutuluyor: Alman istihbarat teşkilatı Federal Anayasayı Koruma Ofisi, 1997’den beri, Scientoloji’yi “aşırı sağ” ve “İslamcılık”la birlikte topluma bir tehdit olarak listeliyor.

Almanya’nın Scientoloji’ye karşı bu sert tepkisinin arkasında ise, onun, bir din olmaktan ziyade, kamusal hayatı tehdit eden ve denebilirse “paralel” bir alan yaratan ekonomik bir girişim olduğunu iddia etmesi ve bir “kült” olması yatıyor. Almanlara göre, Scientoloji, ülkenin çoğulcu yapısını tehdit eden “otoriter bir tasarı”. Öyle ki Almanya’da hareketin yoğun bir örgütlenmeye giriştiği Hamburg’ta “Scientoloji Özel Birliği” diye özel bir birim bile kurulmuş. Bu birimin amacı, Scientoloji’nin hareketlerini denetlemek, hareketten kopanlara destek olmak ve öncelikle de vatandaşların harekete katılmasına engel olmak. Hatta Hamburg’ta Türk vatandaşlarını hareketten korumak amacıyla Türkçe broşürler bile dağıtıldı.

Almanya’nın Scientoloji’yi tehdit olarak görmesi, 1997’de İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı bir rapora da yansıdı. Raporda Scientoloji, “örgütlenmesi, ajendası ve faaliyetleri, özgür demokratik temel düzeni tamamıyla ve sürekli olarak ortadan kaldırmaya yönelik” bir yapı olarak nitelendirildi. 2004’te Scientoloji’nin istihbarat birimleri tarafından izlenmesine son verilmesi amacıyla açtığı bir davada, Kölnlü bir yargıç, Scientoloji’nin faaliyetlerinin Alman anayasal düzenine, özellikle de Almanların siyasi iradesini uygulama hakkına bir tehdit oluşturduğu kararını verdi. Sözkonusu yargıca göre, Scientoloji üyelerinin beynini yıkıyordu. Böylece Scientoloji, yasal olarak, “kar elde etmek amacıyla bir din gibi davranan” bir “kült” şeklinde tanımlanmış oldu.

Dolayısıyla Scientoloji’nin kendisini bir “din” ve dolayısıyla “kilise” olarak örgütlenmesine Müsaade edilmesi gereken bir akım olarak kabul ettirme çabaları, Alman makamlarının, onu, hep bir “tehdit” olarak algılaması çabasıyla karşılaşıyor. Almanya’nın Scientoloji’yi bir “kült” olarak görmesi, aslında Avrupa’daki başka ülkelerde de karşılık bulmuş durumda. Birçok ülkede Scientoloji ya “kült” olarak tanımlanıyor veya hiçbir zaman kilise olarak örgütlenmesine müsaade edilmeyen bir “yardım (charity) kuruluşu” olarak kabul görüyor.

Örneğin Belçika 2005’de akımın bir “din” olarak kabul edilmesi amacıyla yaptığı yasal başvuruyu reddederken Avusturya, “din” olarak kabul etmediği akımı “vergiden muaf bir yardım kuruluşu” olarak tanıyor. Avrupa karargahının bulunduğu Danimarka’da bir “din” olarak kabul edilmesi amacıyla yaptığı çeşitli yasal başvurular sürekli reddedilen Scientoloji, bu ülkede yasal olmayan bir şekilde faaliyet gösteriyor. Fransa Scientoloji’yi bir “kült” olarak kabul ediyor ve Almanya kadar sert olmasa da akımı düşmanca bir tavırla karşılıyor. Hatta 2009’da Fransa’da Scientoloji “yolsuzluk” yapmakla suçlandı.

Scientoloji örneği üzerinden de görüleceği üzere, Fuller’in Gülenci yapılanmayı bir “kült” olarak tanımlamamaktaki ısrarı, Hırvatistan gibi sonradan bağımsızlığını kazanan bir iki istisnanın onu “din” olarak kabul etmesine karşın, Avrupa’nın genelinde Anayasal düzene bir tehdit, kamusal hayatı tehrip edici bir faaliyet alanı ve üyelerinin denebilirse “paralel” bir yapılanma içine giren Scientoloji’nin akibetine uğraması endilşesi yatıyor olabilir. İster böyle olsun isterse de Fuller başka bir amaç gütsün, Türkiye’nin Gülenci yapılanmayla uğraşırken, bir “kült” olan Scientoloji’nin Avrupa’daki macerasından öğreneceği bazı dikkat çekici hususlar bulunabilir. Özellikle kendi kamuoyumuzda oluşan Gülenci yapılanma algısının uluslararası arenada farklı bir algıyla örtüşmesi sağlanarak bu yapının Anayasal, toplumsal, kültürel ve dini hayat için oluşturduğu “tehdit” daha başka bir düzeyde ifade edilebilir.

Koca Yusuf TP1500 ihracat yolunda 'Elinde kalan son evini satıyor' iddiaları ünlü sanatçıyı kızdırdı TFF'den Beşiktaş - Tel Aviv maçıyla ilgili açıklama
Sonraki Haber