"Gezi'de sokağa çıkıyorsun, peki 15 Temmuz'da neden aynı duruşu sergilemiyorsun!"

Campaign Türkiye, 1980’li yıllarda Erol Olçok tarafından kurulan Arter’i, siyasal iletişim konusundaki faaliyetlerini ve son olarak aldığı Polaris Ödülü’nü Ajans Başkanı Cevat Olçok ile konuştu...

Rekpa, Ajans E gibi isimlerden sonra 1998 yılından beri Arter Reklam ismiyle devam eden ve yoğunluklu olarak siyasal iletişim alanında çalışan ajans, son olarak, Brüksel’de gerçekleşen 22. Avrupa Siyasi Danışmanlar Derneği Konferansı’nda ilk defa düzenlenen Polaris Ödülleri’nde "en iyi genel kampanya", "açıkhava" ve "basın" kategorilerinde ödüle layık görüldü.

- Öncelikle sizden ve Arter Reklam’dan biraz bahsedelim.

Arter Reklam, bir aile şirketi ve burayı Erol Olçok’la birlikte kurduk. Erol Bey de reklamcılığa 1985 yılında başladı. Öncelikle Slayt Reklam adında butik bir ajans kurdu. Daha sonra Rekpa, daha sonra da Ajans E kuruldu. En son Arter adını aldı. Arter ismi ise; art yani sanattan ve Erol’un Er’inden geliyor. Diğer anlamı ise ar, namus ve ter, emek. Ayrıca da anayol demek. O günlerden bugüne kadar bir sürü markayla çalıştık ama ağırlıklı olarak iyi olduğumuz yer siyasal iletişim. Siyasal iletişime 1994 yılında başladık. İlk önce Mehmet Ali Şahin’in siyasal iletişim kampanyasını yapmıştık diye hatırlıyorum. Daha sonra Erol Bey ajansı bana bıraktı ve belediyede Tayyip Bey’in basın danışmanı olarak çalışmaya başladı. Tayyip Bey’le de birlikteliğimiz öyle başladı. İsmimizi de daha çok 2001 yılında AK Parti’nin kurulmasıyla duyurduk. 2001’den bugüne de AK Parti’yle beraberiz; partinin bütün siyasal iletişim kampanyalarını yönettik. Hem Türkiye’de hem de dünyada birçok siyasal iletişim kampanyasına imza attık.

- Önce ABD’de Trump’ın yükselişini ve seçimi kazanmasını gördük. Bunun ardından Türkiye’de yapılan seçimlerde alınan başarı var. Bu başarılarda iletişimin önemini nasıl yorumlarsınız?

Yapılan siyasal iletişim çalışmalarının seçim sonuçlarını %5 ile %15 arasında etkilediği söyleniyor. Ama bu yaptığınız seçime bağlı. Bazı seçimlerde bu oran artıyor, biliyorum; çünkü 2011 yılında yaptığımız siyasal iletişim kampanyasında, AK Parti hemen arkasından bir araştırma yapmıştı. Yapılan siyasal iletişim kampanyasının %20 oranında etkili olduğu sonucu çıkmıştı.

İletişim kampanyaları seçmenlerin kararını değiştiriyor ya da karar vermesini sağlıyor. Ben iki tane siyasal iletişim modeli görüyorum: Mesela Trump popülist bir dil kullandı ve ciddi bir sonuç aldı. Kendi içine dönmeyi vadetti, Amerika’nın kendi iç sorunları olduğunu söyledi, bunları çözeceğini söyledi, Meksika sınırından bahsetti, Müslümanları sınır dışı edeceğini söyledi. Aslında Amerikalı seçmenin duymak istediği şeyleri duyurmak istedi. Diğer rakiplerine göre farklılığını ortaya koyarak bundan faydalandı çünkü onlar biraz daha Amerika’nın yerleşik düzeninin sesini dile getiriyorlardı. Trump, orada farklı bir dil ve anlayış ortaya koyarak, kendisi de zaten kişilik olarak da daha değişik, öyle bir sonuç elde etti. Bu popülist bir yaklaşım. Seçmenin duymak istediklerini söyleyerek seçim kampanyasını yönetebilirsiniz. İyi bir sonuç da alabilirsiniz ama ben bunu çok fazla sürdürülebilir görmüyorum. Bizim üzerinde durduğumuz model, popülist bir yaklaşımdan ziyade insanlara mümkün olduğu kadar gerçekleri anlatma yönünde. Çünkü siyaset, toplumun ya da ülkenin sorunlarını çözmek için yapılıyor. Siz toplumun karşısına çıktığınız zaman öncelikle ülkenin sorunlarını bilmeniz, bunları çok iyi tespit etmeniz ve ona göre de bir dil geliştirmeniz lazım. ABD’de en fazla iki dönem başkan olunabiliyor olmasının da bunda etkisi vardır belki ama Türkiye’de AK Parti’nin başarısına baktığınız zaman çok fazla popülist bir kampanya yapılmıyor. Bizim tercih ettiğimiz yol seçmene gerçekleri olabildiğince açık ve net olarak söylemek. Halk oylaması kampanyasında da bunu yaptık. Öncelikle 18 madde dedik, değişiklik paketini aldık, baştan aşağıya inceledik. Daha sonra bunu kamuoyuna nasıl anlatacağımızı tek tek ortaya çıkardık ve izlediğimiz yolda tamamen seçmeni bilgilendiren ve karar vermesini sağlayan bir sonuca doğru götürdük.

Zaten seçimleri kazandıran da aslında, Türkiye’de şöyle bir ideolojik yapının olması; babadan ya da anneden CHP’li ya da HDP’li oluyorsunuz ya da muhafazakar bir partiyi destekliyorsunuz. Ama o ortada duran gerçekleri önemseyen, ülkenin geleceğine yön verecek insanlar bu doğru dili daha çok önemsiyorlar. Tabii duygu da önemli ama neticede insanlar sandığa gittikleri zaman niye oy verdiklerini bilmeleri gerekiyor ve gelecekle ilgili oy veriyor yani; “İşlerim devam edecek mi? Çocuğum daha iyi bir okulda okuyacak mı?” Bizim tercih ettiğimiz yaklaşım kesinlikle ikinci dil. Bir kitapta okumuştum çok da hoşuma gitmişti, ben bunu biraz yerelleştiriyorum: Otostop yapıyorum, kağıda Çorum’a gideceğimi yazıyorum. Ama oraya bir reklamcı geliyor ve şöyle bir şey yazıyor: “Annemi görmek için Çorum’a gidiyorum.” Aslında ikisi de gerçeği söylüyor ama birisi işin içine duyguyu da katıyor. O duyguyu da kattığınız zaman sonuçta bayağı bir etkiniz oluyor.

- Pazarlamanın olmazsa olmazı bazı kuralları var ve aynı şey siyasal iletişimde de geçerli. Peki sizce siyasal iletişimin temel taşları, olmazsa olmazları neler?

Ürün ya da hizmet pazarladığınız zaman aslında işiniz daha kolay çünkü o ürün ya da hizmetin kitlesi daha dar. Ya kadınları ya gençleri ya orta düzeydekileri hedef alıyorsunuz. Ona göre strateji kurmanız daha kolay. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru şeyi söylediğiniz ve düzgün de bir şey yaptığınız zaman bunların etkileri oluyor. Ama siyasal iletişimde şöyle bir zorluk var: Sizin önünüzde 57 milyon seçmen var, yani 57 milyon insan sandığa gidecek ve oy kullanacak. Her kesimden insan var. Dolayısıyla toplumu çok iyi tanımanız ve iyi analiz etmeniz lazım. Bizim kampanyalarda en büyük emek harcadığımız yer de burası. Mümkün olduğu kadar dinleme yaparak toplumun her kesimine seslenmeye çalışıyoruz. Bir ürün ya da hizmet sunduğunuz zaman aslında kullanacağınız görsel de aşağı yukarı belli. Bir kadınsa eli ayağı düzgün olsun popülaritesi olsun istenir. Mesela Cem Yılmaz’ın banka reklamında oynaması gibi... Ama bizim işimiz öyle değil; sadece görsele endeksleyemiyorsunuz kendinizi. Türkiye’nin tamamını yansıtmanız lazım. Batılı da, zengin de bir mavi yakalı da olması lazım. Siyasal iletişimin böyle bir zorluğu var. Eğer birisini oraya koymazsanız onun problemlerini görmezseniz kampanya olumsuz bir şekilde etkiliyor. O yüzden biz kampanyanın stratejisini oluşturduktan sonra bunu ete kemiğe büründürürken çok titizlikle çalışıyoruz. Bir Türkiye haritasını önümüze alıp reklam filmlerimizde hangi görselleri kullanacağız, diye bakıyoruz. Toplumun tamamına yer vermeye çalışıyorsunuz. İktidara oynuyorsanız böyle bir probleminiz var. CHP’de ya da MHP’de bu daha kolay, onların kitlesi dar. Bu halk oylamasındaki seçim kampanyasından bir örnek vereyim. Bir ilk yaptık; bir çocuk kullandık. Bir şarkımız vardı; “Evet ile güçlü bir Türkiye aydınlık yarınlara...” Bu şarkı ile çocuk başbakanın elinden tutuyor ve onu kürsüye çıkartıyor. Bu bir ilkti. Biz bunu yaptık peki CHP ne yaptı? Genelde rakipler birbirini takip eder ve taklit etmez... Ama CHP de bir çocuk kullandı. Seçim bittikten sonra anlaşıldı ki kullandığı çocuk da Shutterstock’taki hazır bir görselmiş. Toplumun tamamını kucakladığımızı göstermek için bu tip hatalar yapmamanız lazım. O yüzden diğer ürünler, hizmetlere göre siyasal iletişim çok daha zor. Bir de işin tabii lider tarafı var. Lideri çok iyi anlatmanız lazım, onunla beraber partide bulunan insanları da çok iyi kullanmanız ve anlatmanız lazım.

- Peki globalle Türkiye’yi karşılaştırdığınız zaman siyasal iletişim burada nerede, dünyada nerede?

Aslında benzer yanları çok fazla. Siyaset, ülkelerin ve toplumların sorunlarını çözmek için yapılır. Her toplum ve ülkenin de kendine göre sorunları var. Eğitim, sağlık her yerde önemlidir. Toplumun temel ihtiyaçları belli. Bu, bazı yerlerde farklılık gösteriyor. Burada asgari ücret çok önemliyken, Avrupa’da konusu olmayabiliyor. Öncelikleri çok iyi belirlemeniz lazım. New York’un sorunlarıyla Los Angeles’ın sorunları benzemeyebilir. Türkiye’den örnek verirsek: İstanbul’da trafik problemlidir; Avrasya iş yapar, 3. köprü iş yapar ama Çorum’a gittiğiniz zaman bir tünel vaadi çok fazla iş yapmaz. Oranın sorunlarını çok iyi tespit etmeniz lazım. Dünyada da buna benzer bir yaklaşım var. Her zaman şunu söylerim; bir ülkenin 10 temel sorunu neyse buna odaklanın, bunları çok iyi tespit edin, mutlaka bunlarla ilgili akıllı çözüm önerileri ortaya koyun ki seçmen bunu anlasın. Bunun yanında Amerika’ya baktığınız zaman popüler tipler, sanatçılar bir siyasi parti ya da siyasi figürü açık açık desteklediklerini söyleyebiliyorlar, bunları kutuplaştırmıyor, ötekileştirmiyor ve yollarına devam ediyorlar. Ama Türkiye’de birisi “Ben AK Parti’yi destekliyorum, Recep Tayyip Erdoğan’ı seviyorum” ya da “CHP’yi destekliyorum” dediği zaman inanılmaz bir tepki alıyor. Onun dışında hemen hemen aynı, kullandığımız mecralar da aynı. Ağırlıklı olarak televizyonu, dijital medyayı kullanıyoruz. Dijital medya özellikle Obama’nın ilk geldiği dönemde inanılmaz etkili olmuştu. Çünkü seçmeni tarif edebiliyorsunuz, televizyonun karşısında kimin olduğunu bilemiyorsunuz ama dijital medyada hedef kitleyi çok iyi analiz edip bir kadınsa 18 yaşındaysa onun sorunlarına yönelik mesaj gönderebiliyor ve onunla etkileşime geçebiliyorsunuz.

- AK Parti’nin kuruluşundan beri bütün çalışmalarında yer alıyorsunuz. Geçen süre içerisinde hem Türkiye’de, uluslararası siyasette hem de teknolojide pek çok şey değişti. Bu uzun süreci siz kendi çerçevenizden nasıl yorumlarsınız?

AK Parti ile biz seçim çalışmalarına başladığımız zaman internet, dijital medya bu kadar yaygın değildi. 2011 yılına kadar da Türkiye’de televizyon reklamları siyasal iletişimde yasaktı. İnternetin hızlanması ve akıllı telefonların gelmesiyle beraber internet çok fazla etkili oldu. Bir gün Tayyip Erdoğan’a şöyle bir sunum yaptığımı hatırlıyorum: Ayşe diye bir çocuk var, parkta oynuyor ve AK Parti iktidara geldiği zaman 8 yaşındaydı. Zaman geçiyor ve 19 yaşına geldi ve Ayşe şimdi bir seçmen. Onun alışkanlıklarıyla bizim alışkanlıklarımız bir değil. Biz televizyon ve gazetelerden haber alıyorduk ama bu çocuklar artık tek kanallı değil çok kanallı televizyon izliyor, haberlerini gazeteden değil internetten okuyor. “Mutlaka dijital yatırım yapalım ve insanları dinleyelim” dedim. Bunun etkisi çok fazla oldu. Dijital medyanın şöyle bir avantajı var; etkileşime geçebiliyorsunuz, yaptığınız her işle ilgili bir şekilde insanlar size tepki veriyorlar, sorunlarını belirtiyorlar. Ve 2011 yılında da televizyonda reklam filmlerinin serbest bırakılmasıyla beraber burayı da kullanmaya başladık, çok da etkili oldu. Zaten biz ağırlıklı olarak sırasıyla televizyonu, dijital medyayı, açıkhavayı ve gazeteyi kullanıyoruz.

- Seçim sürecinin tartışmalı konularından biri de rekabet üstünlüğü. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?

Şöyle düşünün AK Parti iki yerde iktidar; hükümet olarak ve belediyelerde çok güçlü. Dolayısıyla ona göre bir yapısı var. Seçimden seçime iletişim kurmuyor. Sürekli iletişim halinde. Çünkü medya satın almaları çok daha iyi. Diğer siyasi partilere baktığımız zaman her seçim öncesinde ajans değiştiriyorlar. Dolayısıyla satın alması değişiyor, kreatif ajansını değiştiriyor... Sürekli aynı ajansla çalışıldığı için medya satın almamızı biz daha uygun fiyata yapabiliyoruz. Bir de insanların görmezden geldikleri bir şey var; siyasi partiler aldıkları oy oranlarına göre devletten bütçe alırlar. Eğer siz %50 oranında oy alırsanız devletten aldığınız kaynak daha fazladır. Bunu da göz ardı etmeyelim. Ben çok fazla haksız rekabet olduğunu düşünmüyorum. Bir de siyasal iletişimin temel özü bence şu: İnsanların kalbine dokunmak, insanlarla birebir iletişime geçmek. Eğer medya gücüyle olsaydı CHP’nin de İş Bankası’ndan inanılmaz bir geliri var, bir bütçe ayırırsın ve o bütçe ile seçimi kazanırsın ama öyle bir şey yok.

- En son yapılan halk oylamasından bahsedersek, nasıl bir süreç geçirdiniz?

Bence bu Türkiye’de Arter Reklam’ın en zor seçimlerinden biriydi. İlk defa seçim sistemi değişti ve bence bu bir devrimdi. İlerleyen günlerde bunu daha iyi göreceğiz. Pek çok şey yanlış anlatıldı.

- Beklentiniz daha mı yüksekti?

Cevat Olçok 55,5 bekliyordum.

- Araştırmalar mı böyle gösteriyordu? Çünkü AK Parti kurulduğundan beri araştırmalara çok önem veriyor.

AK Parti’nin şöyle bir şeyi var; yine seçimden seçime yapmıyor araştırmaları. Belirli dönemlerde yapıyor ve belediye başkanları ile bakanların performansını ölçüyor, toplumdaki öncelikli konular ne bunları tespit edip buna göre bir iletişim geliştiriyor. AK Parti üç tane araştırma şirketi ile çalışıyor: Adil Gür, Genar ve Andy-Ar. Mesela bu masada biz onlarla beraber belirli aralıklarla çok oturduk; kampanya başladıktan sonra, Hollanda olayından sonra, Bahçeli’nin eyalet sistemi açıklamasından sonra... AK Parti araştırmaya çok önem veriyor ve ona göre de stratejisini belirliyor.

- 2019 seçimleri için çalışmalara başladığınızdan bahsettiniz. Bu AK Parti ile sözleşmenizi yenilediniz anlamına mı geliyor?

AK Parti ile aramızda bir sözleşme yok, hiçbir zaman da olmadı. Özellikle Tayyip Erdoğan ile bir gönül birlikteliğimiz var. Bizim şöyle bir bakış açımız var: Her seçim öncesi kendi takvimimizi oluşturuyoruz, çalışmalara başlıyoruz ve hazırız diyerek sunumumuzu yapıyoruz. Halk oylamasında da öyle yaptık. Kasım’da çalışmaya başladık. Aklınıza gelebilecek pek çok kesimden insanla görüştük, sonra bunlara göre bir strateji belirledik. O stratejiye göre de bir konsept belirledik ve 5 Şubat’ta Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında bir gruba sunumumuzu yaptık. Geçer not aldık ve başladık. Tayyip Erdoğan’ı ben çok demokratik görüyorum çünkü işin sorumluluğunu tamamen size veriyor. O sorumluluğu da aldığınız zaman hata yapmamak için inanılmaz derecede bir çaba sarf ediyorsunuz. Konfor alanlarınız da var. Mesela bir reklam filmini çok kritik bir zamanda partinin onayı olmadan yayına alabilirsiniz ya da yayından çekebilirsiniz.

- Konkur açılmıyor mu yani? Kritik ettiğiniz, hayatı Beşiktaş’ta geçen ajanslar AK Parti’nin kapısını çalıp çalışmak istediler mi hiç? Bu konuda bir duyum aldınız mı?

Konkur açılmıyor. Başka reklam ajanslarının da çalışmak istiyor olduğunu duydum. Evet bir konkur açmadı ama açabilir de bir gün. Bu biraz partiye inanmak ya da lidere inanmakla ilgili bir şey. Tayyip Erdoğan’ın istikameti ile bizim istikametimiz birleştiği ve gönül birliğimiz olduğu için var ama bir gün AK Parti “Artık seninle çalışmıyoruz, başka bir ajansla çalışıyoruz” da diyebilir, o kadar gönül birlikteliği var.

- Bir yandan da şimdiye kadar hiç seçim kaybetmedi, kaybetseydi bir ajans arayışına girer miydi?

Girmezdi diye düşünüyorum. Kaybetmedi ama daha önceki seçimde %41 aldı. Ancak ajansın orada çok iyi bir konumu vardı. Biz ajans olarak partiye söyledik; “Artık yaptıklarımızı anlatmayalım, bu kadar yeter. Bizim insanlara yeni şeyler söylememiz lazım.” 7 Haziran’da partinin yetkili kurulundan biri şunu söyledi: “Bir reklam ajansının işi proje üretmek değildir, yapılan işi daha iyi anlatmaktır. Siz boş verin proje getirmeyin bize. Ne yapacağımızı söylemeyin, yaptığımız işleri iyi anlatın.” Biz halbuki 35 maddelik bir şey sunmuştuk onlara. Parti buna hayır, dedi. Ama 1 Kasım’da bizim önerdiğimiz bir sürü şeyi de yaptık.

- Rahmetli ağabeyiniz Erol Olçok’tan sonra ajansta neler değişti?

Rahmetli ağabeyim ile beraber bu yolculuğa ben de 1990 yılında çıktım. Ve ben o zaman Erol Bey’in yanında ofisboy görevindeydim. Ama bu yolculuk beni Erol Bey’in ortağı olarak devam ettirdi. O benim öncelikle ağabeyim, ustam, yoldaşım, arkadaşım ve dostumdu. Onunla çok güzel bir hukukumuz vardı. Eğer iş konuşacaksak “Erol Bey, Cevat Bey” derdik, dertleşeceksek “Erol Abi” ya da o beni sevecekse “oğlum” diye başlardı. Yokluğu bizi etkiledi.

Ama Türkiye’de şunu da yapmaya çalıştık: Sürdürülebilirlik... Biz ajansı kurarken dedik ki; kişilere bağlı olmasın, bir sistematiğimiz olsun ve bunu biz gelecek nesillere devredelim. Erol Ağabeyim şehit olana kadar bu görevi layıkıyla yerine getirdi. Ondan sonra ben geldim, ben ajans başkanı olarak görevlerimi yerine getirmeye çalışıyorum, benden sonra Fatih, ardından Erol Ağabeyim’in çocukları bu işi yönetecek. Biz bunu iyi kurguladığımızı düşünüyoruz... Buradaki ekibe de sürekli yeni biri katılmıyor. Siyasal iletişim yapmanın da bir matematiği var, biz bunu iyi oturttuk burada. Sürdürülebilirlik bizim için bir avantaj. Tabii, Erol Ağabeyim çok farklı bir adamdı. Türkiye’de de öyledir; her zaman Tayyip Erdoğan gibi ya da Atatürk gibi bir lider çıkmaz. Erol Olçok gibi bir ajans başkanı da olmayacak bir daha. Ama onun kurduğu ilkelerin, prensiplerin devamını sağlayacak ajans var. Halk oylamasında da Cumhurbaşkanı, Başbakan bize güvendi, bize teslim etti. Bizim de gururumuz oldu ve şunu söylememize neden oldu: Erol Bey iyi işler yaptı ama arkasından güçlü bir ekip de bıraktı.

- Polaris Ödülleri’nde de gördüğümüz gibi genel olarak stratejiniz açısından da açıkhavanın sizin hayatınızda önemli bir yeri var...

Biz 1999 yılındaki bir seçim kampanyasında açıkhavayı çok fazla kullanmaya başladık. 2007 yılında da Türkiye’de yepyeni bir strateji kurduk. Bir seçmen sokağa çıktığı zaman her yerde bizim mesajlarımızı billboard’larda gördü. Hakkari’de de gördü, İzmir’de de... Bunun oy oranları açısından inanılmaz bir etkisini gördük. Aslında bir marka oluşturuyorsunuz. Türkiye dediğinizde belli markalar akla gelir. Mesela Arçelik; Niğde’de de vardır, Kars’ta da vardır, Ankara’da da vardır. Ya da Ülker’i, Eti’yi görürsünüz. Biz de bu kampanya ile AK Parti’nin her yerde görünmesini sağladık. Seçimlerde açıkhava gerçekten de çok etkili bir mecra. Zaman zaman parti, grup araştırmaları da yapıyor ve açıkhava televizyondan sonra ikinci mecra olarak geliyor.

- Brüksel’de ilk defa verilen Polaris Ödülleri’nden dört ödülle döndünüz. Türkiye’deki ödülleri nasıl yorumluyorsunuz?

Aslında burada Türkiye reklamcılığı ile ilgili birkaç şey söylemek lazım. Reklamcıların çoğu her şeyin Beşiktaş’tan ibaret olduğunu zannediyor. Eğer Beşiktaş’ta bir şey görürse Türkiye’nin tamamında bunu görebileceğini sanıyor. Çünkü iş yerleri de orada, evleri de o civarda ve ev iş arasında geçen yolda gördükleri şeylerin herkes tarafından görüldüğünü düşünüyorlar. Türkiye’de siyasal iletişim konusunda çok iyi kampanya yapıyoruz, pek çok da teklif alıyoruz. Ama mesela Kristal Elma’da böyle bir kategori yok. Neden siyasal iletişim için bir ödül verilmiyor? Üstelik siyasal iletişimin en büyük avantajı ya da dezavantajı şu: Bir seçim kampanyası yapıyorsunuz ve 4 ay ya da 5 ay sonra sandıklara gidiliyor ve sonucu görüyorsunuz. Burada başarılı mısınız, değil misiniz belli oluyor. Neticede alınan sonuç ortada. Diğer ürün ve hizmetlerde bunun yansıması çok daha geç oluyor. Mutlaka ödül törenlerinde siyasal iletişimin kategorilere eklenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Avrupa siyasal iletişim danışmanlarının düzenlediği bir ödül töreninde ödül aldık. 22. defa bir konferansları düzenliyor. İlk defa da bir ödül töreni gerçekleştirdiler. Yanılmıyorsam 470 başvuru, 24 ülkeden jüri üyesi vardı ve 39 ödül dağıtıldı. Ödül almak da güzel bir şeymiş. Başarının takdir edilmesi güzel bir şey.

- O halde Türkiye’de reklamcılık endüstrisi ile ilgili bazı eleştirileriniz var...

Hep aynı insanlar aynı şeyleri söylüyor. Dergilere bakıyorsunuz yeni insan yok. Şunu iddia ediyorum: Türkiye’de Ali Taran diye bir reklamcı var. Genç Parti’nin reklam kampanyasını yaptı %7 aldı, yere göğe koymadılar, arkasından Doğru Yol Partisi’nin seçim kampanyasını yaptı, barajın altında kaldı. Arkasından CHP’nin seçim kampanyasını yaptı yine olmadı. Ama yine de eğer sizin mahallenizdense, sizdense belli yerlere gidiyor ve belli insanlarla konuşuyorsa başarılıdır. Biraz sektörün açılması lazım; kim ne yapıyor bakması lazım.

- Kristal Elma’da siyasal iletişim kategorisinin olmamasıyla ilgili bir talebiniz var ama diğer yandan derneğin toplantılarına katılmadığınızı da ifade ediyorsunuz. Ama sizce de o toplantılara katılmak da bir çeşit siyasal iletişim olmaz mı?

Bir kurum var ama çalışmayan bir dernek. Ben de bazı derneklere gidiyorum, belli görevlerim var. Ama bir mail ile newsletter ile iletişim olmaz. Bunlar biraz ikili ilişkiyle olur. Gelip görmesi lazım, yoksa oraya gidip bunun mücadelesini vermeli miyim bilmiyorum. Eğer orası bir dernekse, aidat alıyorsa, Türkiye’de yaşıyorsa bunları onların takdir etmesi lazım. Ben başkan olsam bunu yapmaya çalışırım.

- Bir kopukluk var...

Ben bu kopukluğun şundan kaynaklandığını düşünüyorum: Reklamcılar biraz insanların, toplumun hassasiyetlerine önem vermeli. Tek taraflı olmamalı. Mesela 15 Temmuz gibi bir darbe girişimi oldu, bu ülke çok acılar yaşadı. Ve reklamcıların bu konuda ürettiği hiçbir şey yok. İnsanlar öldü, sokağa çıkıldı. Bir şeyler yapılması lazım. Bu olmamış gibi davranmak ya da bunu yüzeysel olarak görmek olmaz... Bir illüstratör bir şey yapar, biri bir afiş yapar, bunun iletişimi yapılır... Hiçbir şey yok ama ortada.

- Bu kutuplaşma kendini çok fazla gösteriyor. İki mahalle var diyoruz, bu iki mahallenin de bir şey yapması lazım. Gezi’yi sahiplenen bir taraf var, 15 Temmuz’u sahiplenen bir taraf var.

İşte sorun da şu oluyor Gezi’de bu kadar şey üretiyorsun, sokağa çıkıyorsun. “Orada yapılanlar yanlıştı” denildi, ajanslar çok ciddi bir şekilde bir şeyler ürettiler. Bir duruş sergilediler. Peki 15 Temmuz’da neden aynı duruşu sergilemiyorsun, bir şey üretmiyorsun? Eğer üretmezsen “kutuplaşıyoruz” deme hakkını da bence kaybediyorsun. Bir şey üret, eleştirdiğin şeyi önce sen yık.

Arter Reklam Kimlerle Çalışıyor?

AK Parti, Bimcell, Borsa İstanbul, Casa Mobilya, Enerji Verimliliği Derneği, ICA (YSS Köprüsü), İstanbul Shoping Fest, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Kalyon İnşaat, Karatay Üniversitesi, Marmaray, Mybag - Mytag, Palet Montessori Eğitim Kurumları, Pttcell, Quppa Cafe, Samsun Deaflypics Olimpiyatları Koordinatörlüğü, TCDD, Türgev, Türk Telekom (BTL), Türkiye Teknoloji Takımı Vakfı, Türkiye Varlık Fonu, Vakıf Emeklilik, YHT, Yunus Emre Enstitüsü

Borsa güne yükselişle başladı Sendika ve Boeing anlaştı! 7 haftalık grev sona erdi Mutualist simbiyoz, ikonoklast ve gamechanger… Ha bir de amalgam var
Sonraki Haber