Hayrettin Karaman'dan çok ilginç "deizm" yazısı...
Hayrettin Karaman ailesinin kendisine getirdiği "sinemaya gitme" yasağını nasıl kırdığını anlattı...
Son günlerde yeni nesil gençlerin deizme yöneldiğine dair tartışmalar hararet kazandı.
Bu konuda Yeni Şafak'taki köşesinde bir makale kaleme alan Hayrettin Karaman kendi gençliğinden verdiği örneklerle, yasaklamalar ile gençlerin hayatlarına dokunulamayacağını dile getirdi.
Ailesi tarafından kendisine getirilen "sinema" yasağını nasıl deldiğini anlatan Karaman, "Bugün kimse -edep ve ahlâk dışı olanlar müstesna, mutlak manada- sinemayı kötü görmüyor, her yaşta insanın film seyretmesini tehlikeli bulmuyor." diye yazdı.
Gençlere ulaşılması için farklı yaklaşımlar sergilenmesi gerektiğini vurgulayan Yeni Şafak yazarı, "Sözü uzatmadan bir de şunu sormak istiyorum: Türkiye’de dinî hayat bakımından kusurlu, eksikli olanlar yalnızca veya çoğunlukla gençler mi? Orta yaşlılarda problem yok mu?" dedi.
Karaman "Gençleri dert edinenlere dair" başlığını taşıyan yazısında şunları kaydetti;
"Her devirde yaşlılar gençlerden şikâyet etmişler, “zemane gençleri” demişler, kendi örf, adet ve alışkanlıklarını tevarüs etmediklerinden şikâyette bulunmuşlardır.
Şimdiki zaman da -sanki bunlarda kusur yokmuş gibi- orta yaşlılar ve yaşlılar bir yana bırakılıyor, “kendilerince eğitimci ve ıslahatçı” olanlar gençlerin durumunu dert ediniyor, onların dindarlık, edep ve ahlâkından şikâyet ediyor, yoldan çıktıklarını, dijital ve sanal dünyaya dalıp tabii ve normal olanla alakalarını kestiklerini dinsiz veya deist olduklarını… söyleyip yakınıyorlar.
Tarihten bir yaprak:
Bugün kimse -edep ve ahlâk dışı olanlar müstesna, mutlak manada- sinemayı kötü görmüyor, her yaşta insanın film seyretmesini tehlikeli bulmuyor.
Benim çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda Türkiye sinemalarında gösterilen yabancı filimler Amerika menşeli kovboy filmleri ile Mısır filmleri idi. Yerli filmler de oldukça masum filmlerdi. Buna rağmen dedem (anamın babası) “Sinemaya gittiğini görür veya duyarsam seni öldürürüm” dedi, ama biz bir yolunu bulur sinemaya giderdik.
Aradan yıllar geçti, biz hoca olduk, rahmetli Yücel Çakmaklı birkaç arkadaşı ile bize geldiler, başka din, ahlak, dava ve amaç sahiplerinin sinema yoluyla gençler başta olmak üzere insanları saptırdıklarını, sinemaya karşı vaaz, nasihat, bir takım oyunlar, spor vb. ile mücadele edilemeyeceğini, sinemaya karşı sinema ile mücadele edilebileceğini, bu sebeple bir şirket kurduklarını, Müslüman zenginleri ikna edip şirkete ortak olmalarını sağlamak için bizden yardım dilediklerini söylediler.
Merhum arkadaşım Bekir Topaloğlu ile önlerine düştük, birkaç toplantı yapılmasını sağladık. Hiç unutmam bir zengin Müslüman şöyle demişti:
“Siz Müslümanca film yapacağız diyorsunuz, bizim çocuklarımız bunlar yüzünden sinemaya alışırlar, kötü olanları da seyreder ve bozulurlar…”. Hâlbuki o, bunu söylerken büyük bir ihtimalle benim çocukluğumda yaptığım gibi onun çocukları sinemada idi.
Müslüman zenginlerin bu işe kafaları yatmadı. Bir renkli film 500 bin liraya mal oluyordu, ancak 300 küsur bin lira temin edilebildi. Buna rağmen gayretli ve hamiyetli gençler Huzur Sokağı isimli kitabı “Birleşen Yollar” adıyla senaryoya çevirttiler ve ilk renkli filmi yaptılar. Arkasından Necip Fazıl’ın bir iki romanından film yaptılar. Bu filmler tuttu; bizimkiler seyredip mendilleri gözyaşlarıyla ıslanmış olarak sinemalardan çıktılar, ama maddi destek olmadı, gençler de borçlandılar, o zaman için bu hizmeti devam ettiremediler.
Kıssadan hisse:
Bugün bir kısım gençleri yoldan çıkaran nedir? Bu soruyu sormak durumundayız.
İkinci sorumuz şu olmalıdır:
Peki, biz buna karşı ne yapabiliriz, hangi meşru yol, çare, ilaç, teknoloji, san’at ve imkânı kullanabiliriz?
Bunları kullanabilecek yeterli sayı ve kalitede insanımız, bilgi ve teknolojimiz var mı?
Yoksa işe nereden başlamalıyız.
Merhum Mehmet Akif’in şöyle söylediği aklımda kalmış:
“Bugünün sözde aydınlarına önce Frenk âyetleri okuyacak, sonra Kur’ân âyetlerine geçeceksiniz”.
Merhum’un mecazi olarak ifade ettiği Frenk âyetlerinden maksadı, insanımızı bize yabancılaştıran çağın felsefesine hakim olmak, önce buradan ya çürüterek veya tezimizi destekleyerek aktarmalar yapmak, muhatapta yanıltıcı kaynaklarda şüphe hasıl olunca da ebedî hakikat olan Kur’ân’dan âyetler okuyarak onları irşat etmektir.
Akif’e göre:
“Bizler, faziletli, gerçekten parlak devirleri olan bir büyük milletin evlâdıyız. Ancak o fazilet, son üç asrın yürüyen ilmiyle, birleşip gitmedi; millet cehalete battıkça da kuvveti felç oldu. Öyle bir düşüş düştü ki, artık ‘Batı’nın emriyle yatıp kalkmaya mahkûm oldu. Çünkü toplum, yaşatan fenlerin kudret ve kuvvetinden doğan haşmetten mahrum durumdadır. Evet, biz hasmımızın irfan gücünden nasipsiz olduğumuz için bu şerefsiz hüsrana düştük. Sonra asırlarca süren ümitsizlik ve mahrumiyeti çektiğimiz için bugün, bizde bulunan fazilet bile hissiz, hareketsiz, ölgün kalmaktadır” (Ersoy, 1985: 442).
Bazı hoca arkadaşlar mesela gençleri deizmden kurtarmak için “Şu âyetleri onlara okuyun, başka şeye hacet yok” diyorlar.
Ben de diyorum ki:
Onlar kim, neredeler, siz neredesiniz!? Ortak bir zemininiz ve diliniz var mı?
Sözü uzatmadan bir de şunu sormak istiyorum:
Türkiye’de dinî hayat bakımından kusurlu, eksikli olanlar yalnızca veya çoğunlukla gençler mi?
Orta yaşlılarda problem yok mu?
Bu gençlerin ilk eğitimcileri bu orta yaşlılar veya yaşlılar değil mi?"
YAZININ TAMAMI İÇİN TIKLAYIN...