Ortaokuldaydım.
Din dersi öğretmenim “Kıyamet koptuğunda herkesin bir araya toplandığı bir mahşer yeri”nden söz edince.
Sormuştum, “Öğretmenim, o mahşeri kalabalıkta annemle babamı nasıl bulacağım?”
Cevabını hatırlamıyorum, sorumu ise hiç unutmadım.
Olup biten her şeye kendi gerçeklerimizden yorumlar getiriyoruz.
Halbuki kendi gerçeklerimiz, olup biteni ne anlamaya ne de çözmeye yeter.
Bu koskoca küre, bir kaos küresi oldu.
Büyük oyuncuları var.
Üstelik o oyuncular çözüme de pek hevesli değil.
Küresel ekonomi, küresel salgın, küresel sorunlar.
Kendi küçük dünyasında insan, taneleri tepesine tepesine düşen bir yağmurun altında.
Sonra akıntıya karışıp gidiyor.
Mesele, akıntıda tutunacak bir ağaç gövdesi bulmak ya da sağlam bir kayığa atlamak.
Ve fakat ağaçlar kesik, tüm kayıklar kağıttan.
Hafta sonu TV Net’te katıldığım programdan sonra okur yazmış:
“Sizi dinleyince her sorunun çözülebileceğini hissediyorum.”
Başka bir okur, “Instagram canlı yayında, ‘sizi başkalarının tamir etmesini beklemek yerine kendinizi tamir edin’ dediniz ya, bilmem kaç yaşındayım ve kendimi tamire başladım” yazmıştı.
Dün de bir okur “Kırtasiyeciyim. Bu krizde bazen hiç iş yapamıyorum ama sizi okumak iyi geliyor” yazmış.
Umut veren biri olmayı asla istemem. Benim defterimde umut işkencedir, devamlı okur bilir.
Kendimi umuda teslim etmem.
Beklemek de bana göre değil.
Okurlarıma geçirmeye çalıştığım tek şey var; ya koşullara yenileceksin ya da kendi küçük zaferlerini kazanacaksın.
İkincisini seç.
Biri seni kırdı diye gelip tamir etmesini bekleme. Ya kırılmamayı öğren ya da kendini tamir etmeyi.
Dükkânda oturup bekleme. Dünya, senin dükkânı açtığın günden başka bir yer, dükkânında bir şeyleri değiştir.
Bir şeyleri kenara, bir şeyleri öne koy.
Mutlu/başarılı olmak için zaten senden kaynaklanmayan büyük sorunların çözüleceği günleri bekleme.
Beklersen ömrün de boşa geçer.
“Sizi dinleyince her sorunun çözülebileceğini hissediyorum” demiş ya okur.
Çözülür, yeter ki değişmeyi ve geride bırakmayı göze al.
Değerlerini ve değer verdiklerini tut, kalan ne varsa gözden geçir.
BİR KUŞAK KAYBOLUYOR
Sorsalar, “En kötü performansı olan Bakan kim?” diye.
Açık ara Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk derim.
Tanıdığım Ziya Hoca, çözümcü, girişimci ve cesur biriydi Bakan olmadan önce.
Ne olduysa oldu, en başarısız bakanlardan oldu.
Ülkenin pandemide, en önemli konularından biri ekonomi, biri sağlıksa diğeri eğitim olmalıyken her açıdan fiyasko yaşanıyor.
Aşılamada öğretmenlerin sonlara kalmasından, okulların açılmasına, uzaktan eğitimde hem alt yapı hem de teknik yetersizliklere kadar süreç yönetilemedi.
Bir kuşak kaybolursa o ülke de kaybolur. Nasıl bu kadar etkisiz, yetersiz ve belirsiz kalınabilir anlamıyorum.
“Eğitimden gelen Bakan” fikri iyiydi de, özel okul sahibi birini Bakan yapmak fikri kötüydü.
MELEZ
Pazar günü TV Net’de Ayşe Böhürler’in konuğuydum.
Güzel program oldu, izleyenler öyle dedi.
Öncesinde, “O kanalda ne işin var?” diyen de, “Bir muhafazakârla konuşacak neyin olabilir?” diyen de vardı.
Sonuç. Güzel söyleşi oldu.
Hayatım boyunca, birbirine benzerlerin birbirini tüketeceğine inandım.
Yeni dünyanın en özet sözcüğü “melez.” Yayında azıcık da olsa bu konuya girdim.
Hiçbir kurum/yapı/kişi melezleşmeden ayakta kalamaz.
İzlemediyseniz izleyin derim.
ULUSAL YAS
13 şehit var. Ülkemin başı sağ olsun. Ortak acı.
Yine ikiye bölündük. “Ulusal yas ilan edilsin” diyenler ve kabul etmeyenler.
Ulus ya da millet olmanın birkaç önemli özelliği var, ortak geçmiş, ortak gelecek umudu, ortak vatan vs.
Ama en önemlisi acıda ve sevinçteki ortaklıktır.
Biri acıdan çığlıklar atarken, biri düğün yapıyorsa orada milletten söz edemeyiz.
Ve bu anlamda Türkiye’ye en büyük kötülüğü Özal Hükümeti yapmıştır, kaç kere yazdım.
10 Kasım’ları ulusal yas günü olmaktan çıkarmış, “Atatürk için ağlamayalım, O’nu anlayarak bugünü geçirelim” diyerek.
Ortak ağlamayı bilmezsen, anlasan nereye kadar?
VİRÜS DÜNYAYI TERK ETMEDEN ÇÖZÜM ZOR
İstanbul’da sokağa çıkma yasağında trafiğin kilitlendiğine tanık oldum.
Televizyon kanallarının binalarında maske, mesafenin umursanmadığını gördüm.
Aynı aileden olmayan insanların otomobillere tıklım tepiş bindiklerini gördüm.
Türk Hava Yolları’nın uçak birleştirdiği için olsa gerek, en büyük uçağa yolcu istiflediğini gördüm.
Virüsle mücadele mi? Bülent Ortaçgil’i anmadan olmaz, “Bu iş çok zor Yonca.”
SELÇUK TEPELİ’YE NOT
FOX TV’nin ana haberini sunan Selçuk Tepeli, beklediğimden iyi performans sergiliyor.
Yine de birkaç uyarım olacak;
Bir, yorum yapmaktan haber vermeye zaman bulamıyor, habere yoğunlaşsa iyi olur.
İki, haber sonunda hikâye anlatmaya kalkınca annesi “İşini yap” demiş ya, doğru demiş, annesini daha çok dinlese iyi olur.
Üç, konuları uzatmak yerine daha çok konuyu daha kısa sürede anlatsa iyi olur.
Dört, muhalefete yer vereceğim diye ana gündemleri atlamasa iyi olur.
Beş, kızgınlığını bu kadar göze sokmak yerine ayarında tutsa iyi olur.
BENCE
Bir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Uzaya gidiyoruz” sözlerine muhalefetten gelen en ciddi eleştiri, “Millet açken nereye gidiyorsun?”
Böyle güzel bir pası gole çevirmek yerine taca atan, böyle kısır bir muhalefet anlayışı da bence Erdoğan’ın şansı.
İki, Hükümette düşünmeden konuşanlara ya para cezası vermek ya da dillerine acı biber sürmek gerek.
Yeni Anayasa çalışmaları için “Yeniden Kuruluş Anayasası” demek neyin kafası? Bence, ağzından çıkan lafı duyanların konuşması lazım.
Üç, Üniversitelerde planlanan “Dünya Yunanca Günü” seminerleri sosyal medyadaki baskılar nedeniyle iptal edilmiş.
Bence, üniversite kendi içeriğini sosyal medyaya göre belirleyen bir kurum olamaz.
Dört, her dakika kamuoyu araştırması yayınlayıp Mansur Yavaş’ı birinci çıkaranlar, bence Mansur Yavaş’ın önünü kesmek isteyenlerden başkası olamaz.
Beş, Ticaret Bakanlığı marketlerdeki pahalılıkla mücadelenin yolunu tüketiciye yükleyen bir çözüm bulmuş.
Cep telefonumuza yüklenen programla, hangi ürün hangi markette ucuz, öğrenecekmişiz.
Zeytin almaya şu, peynir almaya bu markete koşturan insanları düşünüyorum da…
Bir taraftan mecbur kalmadıkça evden çıkma deyip diğer taraftan market market dolaştırmak olmaz.
Bence bazen iyi fikir iyi fikir olarak kalmalı, uygulamaya konmamalı.
Altı, NTV’de bir doktor çocukları tanımlarken şöyle dedi: “Oyun oynayan hareketli mekanizma.”
Bence bugüne kadar yapılmış en güzel çocuk tanımlarından biriydi.
Yedi, Yılmaz Erdoğan’ın “Ankara” şiirini severim.
“…Bu kadar insanın neden ankara'yı sevdiğini anlamadan
Ankara'da yaşamak
Yollarına hep sevdiğimiz insanların
Adlarını vermediler ama biz her duvara
Bilvesile onların adını yazarak yaşadık
Kül ve betondan mürekkep
Yaşadıkça yaşanılası gelen
O tuhaf bozkır kokusunda.
Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar.
Asfaltlar ışıldar...”
Geçenlerde paylaşınca bir okur “güzel şiirdir” dedi.
Bence Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı iki güzel işten biridir bu şiiri yazmak.
Sekiz, astrologların, yaşam koçlarının, falcıların “Yeni ufuklara yelken açma zamanın gelmiş”, “Büyük adımlar atman gerek” türü abuk önerilerine kulaklarınızı tıkayın.
Bence zaman, sahip olduklarınızı koruma zamanı.
Dokuz, uzaya gidecek astronotumuzun nitelikleri sıralanıyor ya. Hiç gerek yok. Bence uzaya gitmeyi en çok hak eden Mustafa Topaloğlu’dur, gönderin gitsin.
On, muhabirlerin sorularına “Size ne?” cevabını veren Serenay Sarıkaya’ya, bence birisi, “Sinirlerine hakim olamıyorsan sokağa da çıkmayacaksın” demeli.
On bir, Galatasaray-Fenerbahçe kavgasında Ali Koç’un uzun uzun yaptığı açıklamalara baktıkça, bence acilen iletişimcilerini değiştirmesi gerek.
AKLIMDA KALAN
Aşka güzel sebep: 14 Şubat’ta yapılan paylaşımlardan birindeki ifadeyi pek sevdim. Cem Kınay, sevgilisi Elif Dağdeviren için yazdıkları arasına “Birbirimize tekrar tekrar aşık olacak sebepler bularak…” ifadesini koymuş. Cengiz Aytmatov’un meşhur “Sevgi emektir” cümlesinin bir başka özeti bu. Aşkı birliktelik sürecinde canlı tutmak için aşkın kendisine güvenirseniz kaybedersiniz. Tüm mesele ona yeni sebepler bulmaktır. Tıpkı bir canlıya su vermek gibi… Karşılaşmak şanstır, o karşılaşmayı ömürlük şansa çevirmek ise emek.