28 Ekim pazar günü öğleden önce. Ertesi gün, Cumhuriyet Bayramı’nda, iki yeğenimle Anıtkabir ziyareti planlarken. Öğleden sonra, 112 ambulansıyla acil servise yetişmeye çalışıyorduk.
Annemi acil servisten yoğun bakım ünitesine aldılar. Aramıza girilmesi yasaklı bir kayar kapı koydular.
Annem o kapının ardında, ölümle yaşam arasında savaşırken biz dışarda, gözlerimiz yoğun bakımın kayar kapısına asılı beklemeye başladık.
Tam sekiz gün oldu bekliyoruz. 192 saat.
“İlk 72 saat önemli” demişlerdi. Üçüncü 72 saatteyiz.
Annem uyuyor.
Sanki, tüm hayatının uykularını bir araya toplamışçasına uyuyor.
Günde birkaç dakika görmemize izin verseler de biz o kapıdan ayrılamıyoruz.
Doktorlar, “Beklemeyin, evinize gidin. Biz gereken her şeyi yapıyoruz. Bir şey olursa telefon ederiz” diyorlar ya…
Kapının ardında beklemek annemize iyi gelecek sanıyoruz, bekliyoruz.
Oradan ayrılırsak telefonun çalmasından korkuyoruz, bekliyoruz.
Önümüzden yoğun bakım sürecini tamamlamış iyileşmeye meyilli hastalar geçiyor, biz de “demek ki burası ölünen bir yer değilmiş” umuduna geçiyoruz.
Son nefesi tükenmiş, üzeri örtülmüş gencecik bedenlerin geçtiğini görünce umudumuzu ağır bir yük gibi yere bırakıyoruz.
Biz orada beklerken…
Dünya tedavisiz bir deli gibi dönmeye devam ediyor. Yaşama dair her olup biten, saçma, anlamsız ve gülünesi oluyor.
Suudi konsolosluğunda kaybolan gazeteciyi siyanürle mi erittiler, testereyle mi parçaladılar, şöminede mi yaktılar tartışmasını bitirmişler. Yerine, ünlü bir kadını döven ünlü bir adam tartışması gelivermiş.
Başlık “kadına şiddet” ancak gidişat, “adam kadına kül tablası mı fırlatmış, kadın adamı mı aldatmış”a dayanmış. Anlamadığım şey, Sıla gibi zekâ küpü bir kadın, adamın ambalajındaki “potansiyel şiddet içerir” yazısını nasıl görmez? İşkencecisine aşık kadın tipi ne sıkıcı.
Güçlü kadın gibi durup, sıradan bir adamın karşısında mağdur konumuna düşmek de neyin nesi?
Bu saatten sonra. Kadının albümü milyonlar satsa, adamın filmi milyonca gişe yapsa ne olur. Şiddetin tarafları olmak gibi bir başarısızlık kaya gibi duracak orada. Kanımca hiçbir mahkeme kararı da bu başarısızlığı örtemeyecek.
Biz yoğun bakım kapısında beklerken…
Yerel seçim tarihi daha bir yaklaşmış, yine büyükşehir adaylarını belirleyen olmamış. CHP ile AK Parti arasındaki fark aynen devam etmiş, iktidar partisi “aday kim olsun” sorusunu seçmene sorarken, CHP aynı soruyu parti yönetimine sormaya devam etmiş. Bir koltuğu kaç seçmen gücünde sanıyorlarsa artık.
Benden duymuş olmayın, CHP Mansur Yavaş’ta anlaşamazsa yerine Çankaya Belediye başkanı Alper Taşdelen’i düşünüyormuş. Taşdelen ise Çankaya’da ikinci dönemi yaşayıp rüştünü ispat etmek istiyormuş. Adam büyük oynuyor yani.
29 Ekim resepsiyonu İstanbul’da verilmiş. Devlet demek aynı zamanda ritüel de demek olduğundan, keşke başkent Ankara’da da “eş resepsiyon” düzenlenseymiş daha şık olurmuş.
Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, ilk kapsamlı söyleşisinde “Siyaset benim işim değil, ben görev adamıyım” demiş.
Yetmemiş, “Aslında tır şoförü olacaktım, neden bakan oldum” diye söylenmeye başlamış.
Ben Ziya Selçuk’u tanıyorsam buraya yazıyorum; Kendi doğruları vardır, dayatmaya gelmez. Şucu ya da bucu değildir, nesnel ölçme değerlendirmeye inanır.
İnanmadığı bir şeyi yapması istenirse, birincide ses etmezse, ikincide kesinlikle bırakır. Birincide de ses eder.
Daha neler olmuş neler biz beklerken…
Bedelli askerlik için başvuru kuyrukları kilometreleri aşmış. Hiç ama hiç kimse de, kendini “asker millet” olarak tanımlayan bir ülkede, askerden kaçmaya meyilli bu kadar genç olmasını kafaya takmamış.
Bir AVM’de 28 çocuk yürüyen merdivenlerde kaza geçirmiş. Kimse ama kimse “28 çocuğun hep birlikte AVM’de ne işi var?” diye sormamış. AVM’lerin mesire alanına dönüşmesini benden başka sorun eden yoksa, fena.
Üçüncü havalimanının ismi “İstanbul” olmuş, isabetli de olmuş. Ancak. Atatürk isminin atıl bir havalimanında kalması yerine, Esenboğa gibi anlamsız bir ismin yerine getirilmesi başkente çok yakışırdı. Bu teklif, Sıla’yı aramayı aklına getiren Kılıçdaroğlu’nun aklına gelmemiş.
“Suriye” başlıklı liderler zirvesinde Putin, Merkel, Macron ve Erdoğan buluşmuş. Fırsat bu fırsatken, içinde bir Rus, bir Fransız, bir Alman ve bir Türkün geçtiği bir fıkra anlatan çıkmamış.
Akademik dünyamızın evlere şenlik acıklı haline dair örnek bolluğu yaşanmış. Bir doçentlik tezinde Hitler’e sosyalist denmiş. “Bilimsel değer”liliği, nitelikten çıkarıp nicel olanda arayan bir akademik anlayışa geçerseniz daha neler görürsünüz neler…
Rektörler işi gücü bırakıp televizyonlarda politik analiz yapmaya kalkar mesela. Kameralar önünde Allah’ı rüyasında gördüğünü söyleyen doçentleriniz olur. Televizyonda olmak, bilimle uğraşmaktan daha getirisi olan bir şey olduğu sürece, yanlış yanlışla toplanır ve sonuç yanlış olur.
Biz hastane koridorlarının parkelerini ezberlerken…
Kıvanç Tatlıtuğ’lu “Çarpışma” dizisinin fragmanı yayınlanmış. Hık demiş, “Paramparça: Aşklar ve Köpekler”in burnundan düşmüş. Hani şu efsane yönetmen Innerutu’nun, “bu filmse bugüne kadar izlediklerim neydi” dedirten film. Tatlıtuğ da, filmdeki Octavio gibi duruyor.
“Ufak Tefek Cinayetler” dizisinde Tülin Özen’in oynadığı Arzu karakteri ölmüş. Halbuki Gökçe Bahadır’ın boş bakan gözlerle oynadığı Oya karakteri ölseydi reytingler için daha iyi olurdu.
Biz beklemeye devam ediyoruz.
AKLIMDA KALAN
Medya yönetimlerinin sağlık haberlerine duyarsızlığı: Medyanın kanser hastalarına yaptığı en büyük kötülük, her gün bir başka yabancı üniversite referanslı “kansere çare bulundu” haberleri yapmalarıdır. Fareler üzerinde yapılan deneyler, çıkmaz ayın son çarşambasında kullanıma sunulacak ilaçlar vs. Bu tür boşluk doldurucu haberlerle, hastaları ve yakınlarını umutlandırmak büyük kötülük. Boşluk doldurmak istiyorsanız, gitme ihtimalimiz olmasa da gidecekmişiz gibi ilgilendiğimiz Mars’a seyahat gibi suya sabuna dokunmayan, bir zararı da olmayan haberleri seçerseniz insanlığa bir iyilik etmiş olursunuz eyyy sayfa editörleri, haber müdürleri.