Hüsn-i Hat sanatı, UNESCO'nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi'nde
Hüsn-i Hat sanatı, UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne girdi. Duyuruyu yapan Dışişleri Bakanlığı, "Kültürel mirasımızı korumayı ve tanıtmayı sürdüreceğiz". açıklamasını yaptı
Hüsn-i Hat sanatı, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim Kültür Örgütü (UNESCO) İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi'ne kaydedildi.
Duyuruyu yapan Dışişleri Bakanlığı, sosyal medya hesabından, "Geleneksel sanatlarımızdan Hüsn-i Hat, 13-18 Aralık 2021 tarihleri arasında düzenlenen Somut Olmayan Kültürel Miras Komite Toplantısı'nda, UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsili Listesi'ne kaydedildi. Kültürel mirasımızı korumayı ve tanıtmayı sürdüreceğiz". açıklamasını yaptı.
HÜSN-İ HAT SANATI NEDİR?
Arapça ‘hatt’ mastarından türeyen yazı, çığır, yol anlamlarına gelen hat kelimesi, terim olarak “Arap yazısını estetik ölçülere bağlı kalıp güzel bir şekilde yazma sanatı (hüsn-i hat)” anlamında kullanılmıştır. Kaynaklarda genellikle cismani aletlerle meydana getirilen ruhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilen hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik anlayış çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek süregelmiştir.
Batıda hüsn-i hat karşılığında calligraphy (kaligrafi) kelimesi kullanılmaktadır. Ansiklopediler kaligrafi sözcüğünü “Güzel yazma, genellikle estetik kurallara bağlı kalarak ölçülü yazma sanatı” şeklinde tanımlamıştır.
Önce Araplar tarafından kullanılan Arap yazısıyla anılan hat, hicretten birkaç asır sonra İslam ümmetinin ortak değeri haline gelmiş ve İslam hattı vasfını kazanmıştır. İslamiyet’ten önceki asırlara ait Arapça kitabeler üzerinde yapılan araştırmalar, Arap yazı sisteminin aslen Fenike yazısına bağlanan bitişik Nebat yazısının devamı olduğunu ortaya koymuştur.
Mekke ve Medine’ye yayılmadan önce ve sonra çeşitli adlar alan Arap yazısı önce cezm adıyla anılmaya başladı. Medine’de Medeni ismini alan yazı zamanla iki üsluba ayrıldı. Dikey harfleri uzun ve sağdan sola meyilli olana Mail, yatay harfleri fazlaca uzatılana Meşk adı verildi. Hz Ali’nin Kufe’yi merkez yapmasından sonra burada büyük gelişme gösterdi ve Kufi adını kazandı. Bu tarihten sonra Kufi sözü, genel bir anlam kazanarak İslamiyet’in doğuşundan Abbasiler devrine kadar Mekki, Medeni gibi isimli yazıların yerine de kullanıldı.
Kufi’nin kullanılması Abbasiler zamanında 150 yıl sürdü. Abbasilerin Bağdatlı meşhur veziri ve hattatı olan İbn Mukle (ö.940) sahip olduğu geometri bilgisi sayesinde yazının ana ölçülerini tespit eden bir sistem ortaya koymaya muvaffak oldu. Harflerin güzelliği için nokta, elif ve daireyi standart bir ölçü olarak kabul etti. Bu ölçüler dahilinde muhakkak, reyhani, sülüs, nesih, tevki ve rika adında altı çeşit yazının usul ve kaidelerini ortaya koydu. Bunların tamamına da aklam-ı sitte denildi. Bu altı çeşit yazı, bir asır sonra yine Bağdat’ta yetişen Arap asıllı Hattat Ali B. Hilan (ö.1032)’in eliyle inkişaf etti. Gelişme yolunda her geçen gün biraz daha ilerleyen yazı, 200 sene sonra Abbasi Halifesi Yakut El-Musta`sımi’nin (ö.1298) gayretiyle daha belirgin kaidelerle güzelleşti.
Abbasilerin, 1258 yılında tarih sahnesinden silinmesinden sonra yazıda üstünlük Türk ve İranlı hattatların eline geçti. İranlı hattatlar aklam-ı sitteyi kendi anlayışlarına göre yazdılarsa da Yakut’un üslubundan ayrılmadılar. Osmanlı Türkleri ise hat sanatında erişilmesi mümkün olmayan üstün bir ekol kurdular. 16. yüzyılda Osmanlı-Türk hattatlarının babası sayılan Şeyh Hamdullah aklam-ı sitte’ye o zamana değin ulaşılamayan bir güzellik ve olgunluk getirdi. Şeyh Hamdullah (ö.1520) devrinde aklam-ı sitteden sülüs ve nesih Türk zevkine uygun geldiği için süratle yayıldı ve Mushaf yazımında sadece nesih hattı kullanılmaya başlandı. Şeyh Hamdullah’tan sonra yetişenler onun gibi yazma gayretiyle hareket ettiklerinden hattatların başarısı ‘Şeyh gibi yazdı’ veya ‘Şeyh-i sani’ sözüyle anılır oldu. Bu durum 150 yılı aşkın bir süre devam etti.
17. yüzyılın ikinci yarısında Hafız Osman, Şeyh Hamdullah’ın üslubunu bir elemeye tabi tutarak kendine has bir hat üslubu ortaya koydu. Hafız Osman’ın hat sanatına açtığı çığır bütün haşmetiyle sürüp giderken bir asır sonra İsmail Zühdü ve kardeşi Mustafa Rakım, onun yazılarından ilham alarak kendi şivelerini oluşturdular. Mustafa Rakım, sülüs ve nesih yazılarında olduğu gibi celi sülüste de özellikle istif mükemmeliyetiyle bütün hat üsluplarının zirvesine çıktı ve Hafız Osman üslubunu sülüsten celiye aktarmasını başardı. Mustafa Rakım’dan sonra gelen celi üstadı Sami Efendi, İsmail Zühdü’nün sülüs harflerini celiye tatbik ederek Mustafa Rakım Efendi’nin yoluna yeni bir yön vermiştir.
İstanbul, Türkler tarafından fethedildikten sonra hat sanatının ölümsüz merkezi olmuştur. Bütün İslam dünyasında tartışmasız kabul edilen bu gerçek en güzel biçimde şu sözlerle ifadesini bulmuştur: “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Bütün İslam alemi hat sanatını öğrenebilmek için İstanbul’a koşmuştur.
Ekol olmuş Türk hattatlarının bazıları; Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisari, Hafız Osman, Mustafa Rakım, Mahmut Celaleddin Efendi, Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’dir.