Bundan tam 97 yıl önce yakın dönem siyasi tarihimizin önemli bir isimlerinden biri olan Sultan Vahdeddin İngilizlerin himayesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Onun bugüne değin hayatı, karakteri, siyasi felsefesi ve devlet idaresindeki beceri düzeyi, döneminin şartları ve sair hususlar akademik anlamda yeterince ele alınıp incelenmemişse de İstanbul’dan ayrılışı, o günden bugüne, hep konuşuldu ve sürekli tartışıldı. Sevenleri olduğu gibi nefret edenleri de oldu. Ya yargılanmadığı halde peşinen hain ilan edildi yahut neler başardığı bilinmese de kahraman olarak değerlendirildi. Zihinlerde ve gönüllerde orta ve mutedil bir yol hiçbir zaman olmadı. Akl-ı selim ile hareket etme tercihi hep bir kenara bırakıldı.
Esasen Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılması 1908 yılından beri Osmanlı siyasi ve idari tarihinde süre gelen hadiseler, uygulama ve değişimlerin tabiî bir neticesi olarak kabul edilebilir. En azından Tanzimat ve Islahat dönemi uygulamalarının gerekçeleri, Yeni Osmanlıların talepleri, Mithat Paşa-Abdülaziz ve İttihatçı-Abdülhamid ihtilafının nedenleri hatırlanabilirdi. Yahut kendisinin firarından daha evvelce gerçekleşmiş olan Enver, Cemal ve Talat Paşa firarları akla gelebilirdi.
İşaret edilen dönemlerdeki tarihî olgunun yanı sıra Sultan Vahdeddin daha 1920’lerden itibaren hayatını tehlikede görmeye başlamıştı. Bu yöndeki kanaati tabii ki onun İstanbul’dan ayrılması için en büyük neden olmuştu. O kendi ifadesi ile bu durumu şu şekilde ifade etmişti:
“Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta ‘güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir’ ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.”
Sultan Vahdeddin’i bu yönde düşünmeye ve hayatını tehlikede görmeye sevk eden siyasi gelişmeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. 1922 sonbaharına gelindiğinde milliyetçilerin İstanbul’da belli bir güç ve nüfuz elde etmiş oldukları aşikâr bir hal almıştı. İşbaşında bulunan İstanbul Hükümeti ise her geçen gün güç ve kuvvetten düşmeye başlamıştı. Bu şartlar altında Ankara Hükümeti tarafından hain olarak ilan edilmiş bulunan ve milliyetçi taraftarların akın akın İstanbul’a gelmeleri ile hayatı tehlike içine giren Sultan Vahdeddin’in İstanbul’da daha fazla kalması pek mümkün gözükmemekteydi.
2. 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin saltanatın kaldırılmasına dair ilgili kanunu benimsemiş ve Refet Paşa'nın müttefik devletler mümessillerine müracaat ederek İstanbul’daki sivil idareye BMM Hükümeti adına el koymuş olduğunu dile getirmiş olması Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma konusunda karara varmasında etkili olmuştu.
3. Milli Mücadele’yi İttihatçılığın bir devamı olarak kabul eden ve bu cemiyete olan aleyhtarlığı ile tanınan gazeteci ve Peyâm-ı Sabah başmuharriri bulunan Ali Kemal’in Beyoğlu’nda derdest edilerek zorla İzmit’e götürülmesi ve orada linç edilmesi ve sair hadiselerin yaşanması onu endişeye sevk etmişti.
4. Sultan Vahdeddin daha 1922 yıllı ortalarında milliyetçilerin kendisinden uzun zamandır nefret etmekte olduklarından söz etmiş, iki tarafın artık adeta uzlaşamaz bir duruma geldiklerinin işaretini vermiş, onlarla birlikte çalışmasının artık imkânsız hale geldiğini dile getirmişti. İstanbul Hükümeti, Ankara ile uzlaşma sağlanması ve işbirliğinin gerçekleştirilmesi yolunda her ne kadar belli bir gayret ve çaba sarf etmişse de bu çabalardan olumlu bir sonuç alınamamıştı. İstanbul Hükümeti uzlaşma noktasında son bir teşebbüs olarak Salih Paşa'yı milliyetçi temsilcilerle görüşmek üzere Fransa ve İtalya’ya göndermiş, ancak bu teşebbüsten de müspet bir netice elde edilememişti.
5. Sultan Vahdeddin’e göre müttefiklerin sağladıkları fırsatlar neticesinde milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları kaçınılmaz gözükmekteydi. Böyle bir durumda kendisinin İstanbul’da kalması mümkün olmayacaktı. En doğru hareket İstanbul’u bir an evvel terk etmekti.
6. Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Vahdeddin’i tahtından alaşağı edip Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmet Selim’i padişah olarak ilan edecekleri o günlerde çokça konuşulan bir şeydi. Ayrıca basında Büyük Millet Meclisi’nin Sultan Vahdeddin’i yargılayacağı yolunda yazılar da çıkmaya başlamıştı.
7. Amiral Sir J. de Robeck 14 Ekim 1920’de İstanbul’dan Earl Curzon’a gönderdiği bir yazıda, Türkiye’deki siyasî durum ve Sultan Vahdeddin’in o siyasî yapı içerisindeki konumuna dikkat çektikten sonra, önerilen uygulamanın Sultan Vahdeddin’i mevcut yapıya göz yumarak tahtında kalmaktansa çekilmeye mecbur bırakacağı belirtilmişti. Söz konusu yazıda önerilen usul ve tavsiye edilen metodun ne olduğu anlaşılamasa da bunun, İngiliz Hükümeti’nin Sultan Vahdeddin’e izlemeyi tavsiye ettiği metot olduğu düşünülebilir. Böyle olması halinde ise Sultan Vahdeddin’in İngiltere’nin politik oyunlarına alet olarak onların oluşturduğu siyasî bir ortam neticesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığı söylenebilir. Bu yaklaşımın doğru olarak kabul edilmesi halinde ise Sultan Vahdeddin İngiliz devlet ricalinin siyasî dehasına kurban gittiği, İngiliz siyasî dehasının onu hem tahtından hem de yurdundan fırlatıp atıvermiş olduğu ifade edilebilir.
8. İstanbul’da bulunan İngiliz yetkilileri Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma kararını onun olaylar karşısında paniklemiş olmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlamışlardı.
9. İngiltere’ye göre Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu durum ve meydana gelen siyasî gelişmeler onun İstanbul’da kalarak ülkesine hizmet etmeye devam etmesine daha fazla müsait değildi ve artık Türkiye onun için istikbal vaat etmemekteydi.
10. Sultan Vahdeddin 20 Ağustos 1923’te İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderdiği mektupta İstanbul’dan ayrılış nedenini: Anadolu’da zuhur eden isyan komitesine karşı tek başına olarak açtığı ve fakat bilahare maalesef yalnız kaldığı cihadın neticesinde İstanbul’dan, taç ve tahtından uzaklaşmak zorunda kaldığını ifade etmişti.
11. Sultan Vahdeddin 13 Mart 1924 tarihinde Kral George’a gönderdiği mektupta: Bir hayli neden ve zorunlu haller neticesinde saltanat merkezini terk etmeye zorlanmış olduğunu belirtmişti.
12. Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutuklarında dile getirmiş olmalarına rağmen, elde edilen zaferlerle Milli Mücadele’nin artık sonuna gelinmesi üzerine, öncelikle saltanata karşı cephe almaya başlamışlardı. Bir Cumhuriyet idaresi kurmak isteyen Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde saltanatın ilgası konusunu gündeme getirmişti. Siyasî gelişmelerden zaten son derece rahatsızlık duyan Sultan Vahdeddin de tabiî olarak, saltanatın ilga edilmesi konusunu kendi sonunu hazırlayan değişimlerden birisi olarak değerlendirmişti.
13. General Refet Paşa'nın 19 Ekim’de İstanbul’a geliş biçimi ve Sultan Vahdeddin ile görüşme şekli ve konuşmalarındaki ifade tarzı Vahdeddin’i rahatsız eden ve kendi geleceğinden endişe duymaya sevk eden en önemli gelişmelerden birisi olmuştu. Refet Paşa şehre bir kahraman edası ile ayak basmıştı.
14. Milli Mücadele’nin özellikle son dönemlerine doğru gazetelerin icra ettiği en önemli fonksiyonlardan birisi Sultan Vahdeddin’e karşı yürütülen aleyhte kampanya oldu. İstanbul’da çıkan gazetelerin hemen hemen tamamına yakın bir kısmı ya Anadolu hareketine destek vermişler yahut da İttihatçı bir çizgi izlemişlerdi. Sultan Vahdeddin, özellikle İstanbul gazetelerinde günden güne artan bir dozla aleyhinde çıkan ve kasıtlı bir şekilde yazıldığı aşikâr olan haberlerden son derece rahatsız olmuş, hayatı ve geleceği hakkında ciddi endişelere kapılmıştı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gazeteler yolu ile Anadolu’daki güçlerin her an İstanbul’u ele geçirebilecekleri izlenimini vermiş olmaları ve millî hareket aleyhinde çalışan başta Sultan Vahdeddin ve İstanbul Hükümeti olmak üzere herkesten hesap sorulacağı tarzındaki ifadelerin gazetelerde sık sık dile getirilmiş bulunması adeta Sultan Vahdeddin ve Hükümeti aleyhinde bir basın darbesi olmuştu. Ankara merkezli gazeteler sayfa ve sütunlarında bir taraftan Sultan Vahdeddin’i ruhen huzursuz edecek yazı, haber ve tehditlere yer verirken diğer taraftan da onun olumlu da olsa almış olduğu herhangi bir kararı veya müspet olarak atmış olduğu hiç bir adımı zikretmemişler, tamamıyla görmezlikten gelme politikası izlemişlerdi. Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı ederek Şehzade Mehmet Selim’i padişah olarak ilan edeceklerini, Büyük Millet Meclisi’nin zamanı ve sırası gelince Sultan Vahdeddin’i yargılayacağını, yaptıklarının hesabının tek tek kendisine sorulacağını yazıp çizmeye başlamışlardı.
15. Sultan Vahdeddin’in, tahttan indirilemese bile en azından, saltanattan mahrum edilerek sadece dinî yetkilerle sınırlı hale getirilip halife olarak bırakılacağı bazı milliyetçi liderlerin konuşmalarında açıkça görülmekteydi.
Sultan Vahdeddin, basında aleyhinde çıkan ve ileride maruz kalacağı durumları alenen dile getiren yazıların ve yine Ali Kemal’in linç edilmesi örneğinde olduğu gibi zaman zaman meydana gelen bazı olayların aslında milliyetçilerin kendisi üzerinde baskı oluşturmaya yönelik türden girişimler olduğunun ve bu tür baskılar vasıtasıyla kendisinin tahttan ayrılmasının hedeflendiğini bilmekteydi. Vahdeddin’in yaklaşımına göre Ankara Hükümeti’nin sözü edilen tarzda bir politika benimsemiş olmasının gerisinde yer alan neden, kendisini doğrudan doğruya tahtan indirmeye cesaretlerinin bulunmamasıydı. Fakat durum böyle olmakla birlikte Sultan Vahdeddin, şartlar kendisini üstlenmiş olduğu sorumluluktan muaf tutmadığı sürece, kendisine olan güveni yok etmemek için tahttan çekilmeyeceğini belirtmişti. Ancak onun bu kararının geçerliliği, kendi tercihinden ziyade, İstanbul’da bulunan İtilaf devletlerinin tavrına bağlı olmuştu.