Gün geçmiyor ki insanın içini karartan, hayata karamsar bakmaya sevk eden haberler duymayalım.
Yurdumun her köşesinden her sınıf insan grubundan birilerinin işlediği kötülükleri hepimiz izliyor ve diniliyoruz. Duyduğumuz ve gördüğümüz her bir kötülük haberi iç burkuyor, asap bozuyor, mide bulandırıyor ve tabii ki fazlasıyla canımızı sıkıyor.
Bir iki TV kanalı da, maalesef ki maalesef, o türden haberlerin adeta tellalı gibi. Hemen her akşam sundukları her bir haber bir öncesinden daha kötü ve iç acıtıcı. Haber mi veriyorlar, kötülüğün kanıksanıp yaygınlaşmasına mı çalışıyorlar orası da tartışılabilir.
Ülkemizde insan olduğunu ifade edenlerin hemcinsleri ve etraflarına karşı işlediği kötülükler uzun bir zamandır ağırlıklı olarak kadın, çocuk ve hayvan üçgeninde oldukça yoğunlaşmış durumda. Zaman zaman unutulsa yahut üstü küllense de patlak vermemesini beklemek beyhude.
Ruhu çalınmış olan insanlar başka ruhların mevcudiyetine tahammül edemez bir haldeler. Eşini sürükleyerek sokağa atanlar, kendisini kasap yerine koyup hayvan boğazlar gibi eşini boğazlayanlar, onlarca bıçak darbesi ile can almaya çalışanlar… Yahut yeni doğmuş olanlar yahut henüz kundak safhasındaki bebekler ile daha rüştüne dahi tam olarak ermemiş taze beden ve dimağları, dimağı bozulmuş ve ruhları dejenere olmuş insanlar bedenen ve ruhen telef ediyorlar. Kendisini inançlı sanan da inançsız kabul eden de bu noktada maalesef hiç fark etmiyor...
Beyinlerinde azıcık akıl, kalplerinde zerre kadar merhamet olmayan zavallılar ise sokak köpeklerinin kolunu kanadını kesiyor, akla hayale gelmedik biçimde onlara zulümde bulunuyor.
İşlenen cinayetler, kirletilen bedenler, dökülen kanlar noktasında ne yazık ki cahili veya okumuşu, fakiri yahut zengini, bekârı veya evlisi, yaşlısı ya da genci hiç mi ama hiç fark etmiyor. Bu noktada, ortak günahı işlemek konusunda, insan olma faziletini yitirip süfli sıfatlarla bezenmiş olan taşradaki cahil diye görülen ve karnını kaşıyan diye anılanlar ile TV ekranlarında ve magazin sayfalarında yer alan şımarık ve müptezellerin hiçbir farkı yok. Sokaktaki sefil, karısını bıçaklayıp, kızına ve hatta oğluna tecavüz ederken yahut sokakların sahibi köpekleri doğrarken veya işlediği haltın ve yaşadığı çirkef hayatın cezasını o saf ve masum bebeğe yüklerken ekranlardaki son derece şımarık, hayâsız, gafil ve hiçbir hususiyeti olmayan cahiller ise ya arkadaşının hanımına, eşine asılıyor yahut başkalarının kız arkadaşına sulanıyor.
Taşradaki zalimlerin de ekranlardaki zavallı, hayâ ve haysiyeti olmayan cahillerin de ortak yanları; değersizlik, süflilik, vicdansızlık, taarruz ve tecavüz, çirkinlik ve utanmazlık.
Maalesef toplumda müthiş bir yozlaşama söz konusu. Dejenerasyon tam hız sürüyor. Kültür, toplumsal değerler, milli ve manevi unsurlar her geçen gün eriyip tükeniyor. Bencil, hodbin, saygısız ve merhametsiz, duyarsız ve yalnız, rahatına düşkün, çalışmak ve terlemek istemeyen, emek vermeden ekmek kazanmayı seven, okumayan, okusa dahi okuduğunu dahi idrak edemeyen bir hal, ruh ve mantalitenin hâkim olduğu bir toplum haline dönüştük galiba.
Öyle anlaşılıyor ki bugüne kadar verilen eğitimin hiçbir anlamı ve faydası da yok. Zira ne kalite olarak dünya ile rekabet edebilir bir sonuç sağlıyor ne de bireyleri ruhi ve zihni olarak geliştirip olgunlaşmalarına vesile oluyor.
Kırsaldaki insan da şehirdeki insan da aynı zulmü işliyor ve aynı ruh halini sergiliyorsa toplumun büyük ekseriyeti ruhen çöküntü içerisinde olsa gerekir.
Değer ve ilke sahibi olma eğitim sistemimizin ve öğreticilerimizin maalesef veremediği iki temel unsur olarak gözükmekte.
Galiba sadece salt eğitim yapmamak icap ediyor. Mevcut durum, öyle anlaşılıyor ki, biraz da değerler manzumesini öğretmemiz gerektiğini gösteriyor. İnsana önce insanın, insanlığın ne olduğunu anlatmak, tanıtmak ve öğretmek… Var olan her şeyin bir de canı olduğunu, acı duyduğunu yahut kırılabildiğini, örselenebildiğini zihinlerine nakşetmek icap ediyor.
Duyarlı, sorumluk sahibi, merhamet duyguları olan ve empati yapmasını bilen bir toplum haline gelebilmek için galiba insanlarımıza Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve emsali isimleri tanıtmak gerekiyor… Bu isimlerin duygu ve düşünce dünyası ile bireyleri tanıştırmak ve kaynaştırmak icap ediyor. Zulm ile âbâd olanların kahr ile berbat olduklarını her sınıftan her ferdin bilmesi… Merhamet etmenin, affetmenin, yardım etmenin, mütevazı olmanın… erdemli olmanın temel gereklerinden olduğunu bilmesi ve öğrenmesi gerekiyor. Her ferdin; her insanın yüreğinde hem aslan hem de ceylan olduğunu, bunlardan hangisini sever ve beslerse bir gün mutlak surette ona dönüşeceğini de bilmesi ve idrak etmesi gerekiyor. Bunu da anlatmak ve öğretmek icap ediyor. Yunus Emre’nin kırık yılını geçirdiği dergâha bir gün olsun eğri odun taşımamasının hakikatini izah etmek… İnsanların nefsani duygularla hareket etmekten sakınarak iyi ve güzel olarak yaşayabilmeleri ve o suretle de anılabilmeleri için kötülük ve çirkinliklerden iyiliğe ve güzelliğe hicret etmeleri gerektiğini kendilerine kalıcı bir surette öğretmek gerekiyor.
Eğitimde maalesef bugüne kadar ihmal ettiğimiz bu tür şeyleri de öğretmek gerekiyor ki toplumda sulh ve sükûn olsun ve toplum da, çevremiz de huzur bulsun. Zira tek başına servet ve şöhret yahut cehalet maalesef daimi surette hiçbir şey sağlamıyor ve insanı deruni olarak hiçbir surette mutlu etmiyor.