Şimdi sen böyle hoyratça çarpıyorsun ya öfkelendiğinde esen yele, uçan kuşa, düşen taşa ve dahi havadaki buluta o en acımasız kelimelerini getirip acımadan suratıma…
Ben eski ben olsam yapamazdın…
Diline geldiği gibi kuruyorsun ya kızdığında olur olmaz, abuk sabuk, saçma sapan şeylere en sertinden, kırıp parçalayan, yerle bir eden, can kanatan o cümlelerini…
Seni eskisi kadar sevsem yapamazdın…
Korktuğumu sanıyorsun seni kaybetmekten, suskunluğumu – sessizliğimi ona yoruyorsun; yanılıyorsun…
Sensiz yapamam zannediyorsun, beni sürekli güya belli etmemeye çalışan o acemi halinle sensizlikle tehdit ediyorsun; hata yapıyorsun…
Oysa anlatmıştım sana sevdada her şeyin sonunu daha en başından sezdiğimi…
Sonunu bildiğim aşklarla geçtiğini ömrümün, anlatmıştım sana uzun uzun…
Anlatmıştım üzerimdeki bu her şeyin sonunu bilme lanetini…
Bütün bunları bile bile, gözüme sokuyorsun her seferinde kurduğun bensiz dünya düşlerini…
Oysa rahat et diye azalttım ben beni, kıvrıldım içime, köşeme sindim, kendime kapandım…
Sana, rahat et diye, her santimetrekaresini ellerimle inşa ettiğim kocaman bir dünya bıraktım…
Hayatımı bir oyun bahçesi gibi sunarken emrine, özümü amade ederken her talebine, sen söyle sen, hala ne – neyi – niye arıyorsun?
Bilmediğim, sana vermediğim hangi rengi kaldı aşkın söyle, sen hala hangi bensiz gökkuşağına sevdalanıyorsun?
Birlikte, daha iyi insan olmaya dair kurduğumuz bütün hayallerimizi de alıp gidiyorum…
Sana içinde iyi ve insan kelimeleri olmayan bir dünya bıraktım, inanmış gibi yaptığın her şeyi al senin olsun; ben senin olamadığın kendi dünyama dönüyorum…
Hoşça kal…